HDP Milletvekili Tuğba Hezer Öztürk’ün devamsızlık nedeniyle milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin Meclis Başkanlığı tezkeresi Meclis gündemine geldi. Hezer Öztürk adına savunma yapan HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 2 saati aşkın konuşmasında çözüm sürecinde neler yaşandığını anlattı. TBMM Baskanvekili Ahmet Aydın, Önder'in konuşmasından sonra "Sanırım meclis kürsüsünden yapılan en uzun konuşma oldu" dedi.
Sırrı Süreyya Önder, Hezer Öztürk adına yaptığı savunmada, özetle şunları söyledi:
VEKİL KIYIM DÖNEMİ
“Her dönem meclisi bir şeyle anılır, yâd edilir, bu dönemin adı ‘vekil kıyımı dönemi’dir ve ‘alaturka faşizm dönemi’dir, alaturkasından ama. Hakkımızdaki fezlekeler, Genel Kurulun Anayasa'yı zorlayan, hatta tekzip eden, ruhuna aykırı bir işlemle topyekûn kaldırıldı. Bugüne kadar vekil dokunulmazlıkları yasama dönemi sonuna bırakılırdı artık bu da beklenmiyor.
HİÇBİR VEKİL TUTUKLANMAYACAK SÖZÜ VERİLDİ Mİ?
İleride siyasal tarihçiler yazacak, o gün muhalefetin buna "Anayasa'ya aykırı ama 'evet' oyu vereceğiz." demesinin ardındaki pazarlıkları, taahhütleri, tutulmayan sözleri; şimdi spekülasyon olur diye girmeyeceğim, tarih ileride yazacak. Ne denildi? "Hiçbir vekil tutuklanmayacak." sözü verildi mi, verilmedi mi? Neyle ikna edildi? Yoksa, "Sadece HDP'lileri tutuklayacağız, size dokunmayacağız." mı denildi? Bunlar ileride siyasi tarihçilerin ve anıların ışığında aydınlanacak. Bu olmadı ve dolayısıyla, böyle bir garabet ortaya çıktı.
İKİ VEKİLİN YURT DIŞINDA OLMASINI UYGUN GÖRDÜK
İki vekilimizin bize dönük yönelim ve siyasi imha niyeti açığa çıkınca yurt dışında kalmaları, dünya kamuoyuna bu meseleyi anlatacak bir iki vekil arkadaşımızın kalması bizler tarafından da uygun görüldü. Faysal Sarıyıldız daha önce Güven Hastanesinde tedavi görüyordu, o raporlarını yok saydılar, Tuğa Hezer Öztürk partimiz tarafından görevlendirilmişti, bu raporunu yok saydılar; onun yerine, Facebook'larda, birtakım psikolojik harp ürünü yayınlarda bunların falanca saatte nerede olduklarını, filanca saatte nerede olduklarını tespit etme görevini kendisine ihdas etti. Sıkıntı burada yoksa bizim vekillerimiz gizli saklı bir iş yapmıyorlar, ayan beyan aşikâr nerede oldukları, ne yaptıkları aşikâr.
BU MAHKEMELERE KENDİ AYAĞIMIZLA GİTMİYORUZ
Selahattin Demirtaş'ın hâlen daha neyle suçlandığını bilmiyoruz, tutuklu olduğu dosyadan hala hakim karşısına çıkarılmadı. Neresinden baksanız siyasi bir operasyon olduğu, siyasi saiklerle hazırlandığı ayan beyan bir işte bizi mahkemeden kaçmakla ya da hukuktan kaçmakla suçluyorlar. Kendi adıma da arkadaşlarım adına da şöyle bir karara vardık: Kendi ayağımızla, kendi rızamızla bu mahkemelere gitmek -bizi götürebilirsiniz, orada da yaptığımız savunma olmaz, siyasi değerlendirme olur çünkü yürüyen normal, yasal, hukuki bir prosedür değil- bizim bu ritüele uymamız hukuka, hukukun genel ilkelerine, insan hakları evrensel ilkelerine saygısızlık olur, hakaret olur. Biz bunlardan berîyiz, biz sizin gözetmediğiniz bu hukuku da gözetmekle mükellef sayıyoruz, o yüzden gitmiyoruz. Bu çünkü ne şeklen ne içerik olarak bir yargılama değil.
DAVUTOĞLU’NUN YERİNE PUSULA MI VERİLDİ?
Asla buraya gelmeyen bir eski Başbakan biliyor musunuz ki devamsızlık cetvelinde ne gözüküyor? Sadece bir gün gelmemiş, ona da itiraz dilekçesi vermiş "Hayır, ben o gün oradayım” diye. E şimdi insan sormadan edemiyor: Kardeşim, bunun iki yolu var. Yani, biz seni görmedik, Allah da şahit, burada görmedik, bir iki güven oylaması ve Anayasa referandumu meseleleri dışında yoktun. E o zaman birisini yalana teşvik etmişsin, bir arkadaş senin yerine pusula vermiş. Bunun başka bir açıklaması var mı? Yok.
NİYE KAÇALIM?
Çıkıp, tahliye olup gitmeyen vekillerimiz oldu. Devlet de biraz yol verdi. Yani "Ulan, bu kadarıyla baş edemiyoruz. Yani kaçacaksanız kaçın." O vekilimiz geldi, grup toplantımızı yaptı; Sayın Besime Konca. Hakkında yakalama kararı verilmişti, çıkmasının önünde bir mani yoktu. Çıkmadı, geldi. İdris Baluken tahliye edildi. Akabinde ne oldu biliyor musunuz? Akabinde hukuk tarihimizde yeri olmayan, eşine emsaline rastlamadığımız bir şekilde yeniden tutuklandılar. Kaçan yok, kovalayan var. Niye kaçalım biz? Ne zaman kaçmışız? Kaçsaydı, bu kadar hakkımızda şeyler vardı, bu vekiller kaçardı.
KÜRTLER NE İSTİYOR?
Kürtler ana dilinde eğitim ve öğretim görme hakkı istiyorlar, tıpkı bu ülkenin bütün Türk evlatları gibi, bütün medeni dünya halkları gibi. Peki, bunu talep ettiğimizde karşımıza ne dikiliyor ya da ana dilde? Karşımıza dikilen şu: Sayın Cumhurbaşkanı o zaman Başbakandı, kamuya açık olarak "Bana ana dilde eğitim talebiyle gelmeyin. Ana dilde eğitim talebi ülkeyi böler." dedi.
CUMHURBAŞKANI KÜRT KARDEŞLERİM DİYORDU
Sayın Cumhurbaşkanından bir örnek vereceğim. Süreç devam ederken "benim Kürt kardeşlerim" diyordu. Süreç bitti, Kürtçeden vazgeçtik, Kürt'ün kültüründen, dilinden vazgeçtik, Kürt'ün kendi adını da anmamaya başladı. Kabinenin oluşumuna bakın, devletin kilit karar süreçlerine bakın, buradaki Kürt, Alevi oranına bakın ne demek istediğim ayan beyan ortaya çıkacaktır.
İDRİS NAİM ŞAHİN ÖRNEĞİ
Bu memlekette İçişleri Bakanlığı yapmış bir zat İdris Naim Şahin, Bank Asya kapatıldığı zaman elinde para destesini sallayarak orada milleti çiğniyordu. Sizin, bizim hakkımızda, Roboski bombalanırken, Roboski katliamı olurken ve siyasi imha operasyonları sürerken bunu buradan ağzını şapırdata şapırdata savunan adam gitti Bank Asya'ya bu kadar para yatırdı. Sakın yanlış anlamasın, hayâ ederim, tutuklayın falan demiyorum .Yani varsa bir suçu, kanun önünde, diğerlerine reva gördüğünüz muameleyi de hukuki boyutlar içine çekerek herkes gibi yargılansın diyorum.
ÇÖZÜM SÜRECİNDE NE OLDU?
Ne oldu? Dönemin kabinesi Millî Güvenlik Kurulu toplantısında dönemin asker bürokrat üyelerine dediler ki: "Bu şiddetle, terör meselesiyle mücadele etmek için sizin bir eksiğiniz var mı?" Cevap verdiler, mealen anlatıyorum çünkü bu Millî Güvenlik Kurulu tutanaklarını açıklamak suçmuş, dediler ki: "Yok, bir eksiğimiz, gediğimiz yok." "Yasal bir sıkıntınız var mı?" "Yok." "Çözebiliyor musunuz?" Bunun bir kısmını dönemin Genelkurmay Başkanı kamuya açık bir şekilde bir röportajında da dile getirdi, dedi ki Genelkurmay Başkanı: "Efendim, bu sirkülasyon, dağa gidiş sirkülasyonu devam ettikçe biz bu meseleyi askerî yöntemlerle bitiremeyiz." Bunun üzerine dönemin siyasi iradesi dedi ki: "O zaman, biz bunu siyaseten çözeceğiz." Buna Millî Güvenlik Kurulunu da dâhil ederek, bunu bir Hükûmet politikası olmaktan çıkarıp bir devlet politikasına dönüştürerek başlayan sürecin adıdır çözüm süreci. Öyle, Kabine bir gece yattı, uyudu, sabah da kalktı "Şu Kürtlerle barışalım." demedi. Ödenemez bir maliyet, sürdürülemez bir savaş, kabul edilemez bir durum ve durumlar silsilesi ortadaydı. Yapması gerekeni yaptı, doğru olanı yaptı, geç kaldığı şeyi yaptı. Buraya kadar emeği geçen herkesten Allah razı olsun.
6-8 EKİM’İ DAVUTOĞLU’NDAN DİNLEMEYİ İSTERİM
Obama yönetimi Amerika'da görevi devraldığında, adına "İyimser bakış" denilen bir yaklaşımı, kısa ve orta vadeli bir strateji olarak benimsedi.Sayın Erdoğan dönemin Başbakanı ve Sayın Davutoğlu… Bu, bölgeye Amerika'nın bakışının bir zorunlu aşaması ya da sonucuydu fakat ilk yarılma Mavi Marmara'yla oldu. Sayın Bahçeli'ye cevap yetiştireceğine, bir gün gelir, burada, kendisinin Başbakanlığı döneminde neler yaşandı, bütün bu olan bitenlerde kendisinin şahsi sorumluluğu var mıydı yok muydu -ben bir şeyle itham etmiyorum- bütün, bugün bizatihi iktidara yakın kalemlerin, kanaat önderlerinin ya da fikir insanlarının kendi içinden yürüttüğü eleştirilere bir cevap vermek, özellikle bu Kürt meselesinde, özellikle de Rojova meselesinde -birazdan geleceğim- ne oldu, kendisinin Başbakanlığındaki Hükûmetin PYD ve YPG'ye yaklaşımı nasıldı, neleri öngördüler, ne sözler verildi, ne yerine getirilmedi? 6-8 Ekim meselesini bir de Sayın Davutoğlu'ndan dinlemeyi çok isteriz doğrusu.
MÜZAKERE SÜRECİ KAYIT ALTINDAYDI
Ben o dönem müzakere heyetindeydim, Kandil'le görüşüyordum, devletin güvenlik bürokrasisiyle görüşüyordum. Bu devletin 5 sayın bakanıyla, her hafta, çözüm sürecinin geldiği aşamayı, önündeki engelleri, menzilimizin neresine vardığımızı, nasıl varabileceğimizi, sorunları vesaireyi kamuya açık bir şekilde, Başbakanlık binasında, girişimizin çıkışımızın bütün basın tarafından kaydedildiği, haberleştirildiği bir müzakere süreci yaşıyorduk. Herkes 50 tane gerekçe sunar, 49'una muhtemelen hepimiz de canıgönülden iştirak ederiz ama bahsi diğer gerçek şu ki yapamadık. Bu ülkede barış talebini toplumsallaştıramadık.
ÖCALAN DARBE KONUSUNDA UYARDI
Sayın Öcalan'ın İmralı'da "darbe mekaniği" diyerek kavramsallaştırdığı ve ağırlıklı olarak cemaatin bugüne kadarki uygulamalarıyla bunu bir sistematik anlatıma kavuşturarak her seferinde neredeyse görüşmenin yarısına yakın bir zamanını "Bu darbe mekaniği çalışıyor. Bu darbe gelmekte. Bu hepinizi hedef alıyor, bizi de, Hükûmeti de, devleti de. Bunu görmüyor musunuz? Buna önlem almıyor musunuz? Bu, süreci katledecek." uyarılarıyla geçti. Darbe mekaniğini, biz, günbegün bugün çözüm sürecinin bitme gerekçeleri olarak sıralanan bütün hadiselerde gördük, yaşadık.
EFKAN ALA CANINI ZOR KURTARDI
Bunun birincisi, tarihe geçmesi bakımından söylüyorum: Her şey amiyane tabirle güllük gülistanlıkken, Rojava'dan buraya IŞİD zulmünden kaçan bir insan seli gelmekteyken, Sayın Efkan Ala sanırım Azerbaycan'dayken ya da bir dış seyahatteyken diyeyim, süreçlerin bitmesini beklemeyip acil bunların içeri alınması talimatını vermesiyle o darbe mekaniği dediğimiz şey onun öngörülerini tekzip eden bir davranış oldu. Onlar beklediler ki içeride iç kamuoyu buna yeterince hazırlanmıştı. Oradaki personel, sorumlu personel, bugünden baktığımızda anlıyoruz ki bugün darbenin ya planlayıcısı ya asli uygulayıcıları olarak mahkeme oldukları iddiasıyla mahkeme önündeler. Bu, bütün hesapları altüst etti ve ilk uygulama şöyle oldu, içinde yaşayan bir kardeşiniz olarak söylüyorum, şerefim, haysiyetim üzerine temin ederim siyasi bir mülahaza yok, neyi gördüysem, neye ikna olduysam onu sizinle paylaşıyorum: Sayın Numan Kurtulmuş ve Sayın Efkan Ala orayı bir ziyarete gittiler, Suruç civarını ve canlarını kıl payı kurtardılar.
KÜRTLERİN HABERİ BİLE YOKTU
Kamuoyuna yansıyan biçimi bunun şuydu: Kürt gençleri bunları linçe yönelmiş gibiydi. Biz de süreçlerin tamamen içindeydik ve tamamen kani olduk ki Kürtlerin ya da örgütlü Kürt gençliğinin ya da örgütlü Kürt siyasal yapılarının bundan haberi bile yok. Darbe mekaniği, herkesin kaçırdığı şeylerden birisidir, ilk burada kendini gösterdi. Sayın Efkan Ala'yla konuşmamızda bizde tedirgin olduk yani hava bu değil, atmosfer bu değil, bir müzakere süreci yürüyor, bu nereden çıktı dediğimizde Sayın Efkan Ala'nın anlattığı bilgiyle muttali olduk. Dedi ki: "Orada kurumlaşmış bir cemaat yapısı var ve tespit edebildiklerimizin çok daha ötesinde nüfuz edebiliyorlar. İstihbarat servisleri cirit atıyor ve bu mesele onlarındır, siz boşuna tedirgin olmayın." Biz biliyoruz, eminiz, gördük, haberdar olduk.
CEYLANPINAR OLAYI
İkincisi, uykusunda katledilen 2 polis, direkt bu, PKK'ye mal edildi, direkt failleri -sözüm ona- bulundu, PKK'nin kendisinden saymadığı neye benzediği belli olmayan birkaç örgüt bunu üstlendi ve muhtemelen bugün de üstlenmekte ısrar ediyorlar fakat bütün bu manipülasyonların içinden yürütülen yargılama sürecinde ortaya çıktı ki yapılan işin PKK'yle uzak yakın bir alakası yok, merkezî karar süreçleriyle diyelim. Bunu biz -o zaman daha Kandil'i ziyaret edebildiğimiz günlerdi- gittiğimizde de çok ayrıntılı, çok tafsilatlı araştırdık.
Üçüncüsü Lice, Bingöl mıntıkasında açılan hendekler ve alıkonulan askerlerle ilgili. Böyle bir dalga gelmekteydi ve biz görüyorduk ki bunun Kürt siyasal hareketiyle, PKK'yle alakası olmayan ve Hükûmetin de bizatihi dahlinin olmadığı belli olan bir sürü gelişmeler.
İÇİŞLERİ BAKANI İLE GÖRÜŞTÜK
Sayın Öcalan İmralı'da dedi ki: "Bir devlet hendeği kabul edemez. Bu onun direkt egemenlik hakkına bir tecavüzdür." Sayın İdris Baluken, Sayın Pervin Buldan'a da özel olarak rica etti: "Gidin bunu araştırın ve benim tarafımdan kabul edilemez olduğunu her kim yapıyorsa söyleyin." Biri Kilisli, biri Nurdağlı 2 uzman çavuş alıkonulmuştu -şimdi bundan dolayı hakkımızda fezleke var, bu yönüyle de önemli- "Onları da behemehal ailelerine kavuşturun." dedi. Biz dönemin İçişleri Bakanıyla bir koordinasyon oluşturduk ve -burası çok önemli- ertesi gün Millî Güvenlik Kurulu toplantısı vardı. Asker, bürokrasi daha önce defalarca bölgedeki sürecin ruhunun gerektirmediği tutumlar içerisine giriyordu ve bu Hükûmetin iradesiyle bir şekilde baskılanabiliyordu. Burada dediler ki: "Yarın Millî Güvenlik Kurulunda yazılı olarak müdahale talebi var dolayısıyla bunun yirmi dört saat içinde çözülmesi gerekiyor, yoksa süreç ciddi anlamda zarar görecek, belki de sona erecek."
Biz bu itibarla gittik ve bu hendeklerin niye açıldığını, Sayın Öcalan'ın hendek meselesine yaklaşımıyla beraber aktardık. Gelip dönemin bakanlarıyla ve sorumlu bürokratlarıyla paylaştığımız gerçeklik şu: Baktık ki bölgede bir günde 116, belki de yanılıyorum, belki de 166 gözaltı yapılıyor ve bir sıra, özellik, kriter gözetilmeden; bir bu. İkincisi, kalekol inşaatları.
HENDEKLERİ KAPATTIRDIK
Döneminizin iktidarı, yürüttüğümüz müzakerelerle o kalekol inşaatını yıktı ve "hendek" denilen olgu kalmadı. Üstelik de yirmi dört saat içinde, oraya gönderilen bütün malzemeler tırlarla beraber alındı, biz de hendekleri açanlara kapattırdık, alıkonulan askerleri de biz gidip teslim aldık, getirdik, ailelerine teslim ettik. Uzunca bir dönem bu hendek işi güncellenmedi.
DARBE MEKANİĞİ YÖNLENDİRDİ
Dönemimizdeki istihbarat örgütleri artık ajan provokatör tarzıyla çalışmıyorlar. Nasıl çalışıyorlar? Gelişmelere meyil veriyorlar, eğim veriyorlar, her şeyin oraya akacağını biliyorlar çünkü akabinde. Bu refleksi gören bu darbe mekaniği -ki işte, bu operasyonu yürüten komutanlar bugün darbecilikten hesap veriyorlar- ne yaptı? Silvan, Cizre, Sur ve Nusaybin'de… Bakın, bütün Kürt illerinin tamamında hendek olmadı, şu oldu: Baktılar, "Biz yönelince bunlar hendek kazıyor." Darbe mekaniği bunu keşfetti ve yönlendirdi. Hükûmetten de buna teşne olan çok oldu çünkü bu, yeterince tartışılamadığı, hep hamaset düzeyinde konuşulduğu için bu mesele… Bakın, hendek açılan yerlere, hepsinde önce, pervasız, kritere dayanmayan, çok sayıda, yaygın tutuklama ve gözaltıların başlaması sonucudur.
YOL AYRIMINDAYIZ
"Yapın, sarayınızda oturun; yıkın, viranenizde oturun." denilen bir yol ayrımındayız. Son söz cezaevindeki seçilmişlerimize: Hepiniz bizim onurumuzsunuz. Biz, sizin bıraktığınız bayrağı hiçbir zaman yere düşürmedik, düşürmeyeceğiz, bedeli maliyeti ne olursa olsun ama dert ettiğimiz, telaş ettiğimiz, çabaladığımız bu ülkenin müşterek geleceğidir. Yaşasın halkların, özgür, eşit ve adil kardeşliği.