Bir yandan parti yönetici ve üyelerine dönük gözaltı ve tutuklamalar, diğer yandan Selahattin Demirtaş’ın aday olmayacağını açıklamasına ilişkin tartışmalar eşliğinde kongresini tamamlayan HDP’nin yeni eş genel başkanı Sezai Temelli, Artı Gerçek’ten Erdal İmrek siyasetin gündemini konuştu.
2019'daki seçimden ittifak tartışmalarına, HDP’nin konferans ve kongre sürecine, Demirtaş’ın yokluğunun partiye etkisinden dış politikaya ve Afrin harekatına, oradan ekonomiye kadar birçok konuyu Artı Gerçek’e değerlendiren Temelli, 'Cumhur ittifakı’nı ‘halkların beklentilerine karşı yapılan bir hamle’ olarak niteleyerek, “50+1 hesabı yapanlar yüzde 40’ı zor bulacak” dedi. Konferans sürecinde 3 ana başlıkta özeleştiri verdiklerini söyleyen Temelli, “Her şeye rağmen yeni bir çözüm süreci olacaktır. Ama bu artık bütün toplumun, bütün toplumsal dinamiklerin, toplumsal muhalefetin ortaklaştığı bir yerden olacaktır” dedi. Türkiye’deki ekonomik gidişatı da ‘4. evrede ortaya çıkan kansere’ benzeten Temelli, iktidarın hastalığı görünmez kılmak için yapay iktisadi alanlar oluşturduğunu dile getirdi. Temelli, HDP’nin seçim stratejisine ve aday belirleme sürecine ilişkin de mesajlar verdi.
- Kongre sürecinde partinizin yönetici ve üyelerine dönük yoğun operasyonlar, gözaltı ve tutuklamalar yaşandı. Sizce bununla ne hedeflendi tam olarak?
Çok çok uzun süredir HDP’ye yönelik bu gözaltı furyası ve haksız gerekçelerle, anlamsız iddianamelerle tutuklamalar sürüyor. Son iki, iki buçuk yılda neredeyse 15 bine yakın arkadaşımız gözaltına alındı. Bunların bir kısmı adli kontrolle serbest bırakılıyor. Diğer taraftan bileşenlerimiz de dahil olmak üzere 6 bine yakın kişi cezaevinde. Sadece kongremizin öncesi ve sonrasında yanılmıyorsam 800 kişi gözaltına alındı. Ortaya konan gerekçelerin hepsi siyasi parti faaliyetleri. Fakat asıl mesele şu ki; bunun arka planında iktidarın kurgulamaya çalıştığı bir siyaset var. Bu siyaset de HDP düşmanlığına dayalı biçimleniyor. HDP’yi sürekli ötekileştiren, düşmanlaştıran, topluma kötü göstermeye çalışan bir aklın hakim olduğunu görüyoruz. Gözaltıların bu anlamıyla bir karşılığı var. Diğer taraftan HDP’yi çalışamaz kılma, işlevsizleştirme çabası olduğu çok açık görünüyor.
‘HDP’Yİ ÇALIŞAMAZ HALE GETİRME ÇABASI BAŞARILI OLAMADI’
- Buna rağmen coşkulu ve kitlesel bir kongre oldu. Bu ‘işlevsizleştirme’ çabasına bir cevap olarak yorumlanabilir mi?
Kongre bize şunu gösterdi; bütün bu saldırılara, bütün bu ablukaya, düşmanlaştırmaya rağpmen HDP zerre güç kaybetmemiş. Evet, çalışamaz hale getirme çabası başarılı olamamış, tersine güçlenmiş ve kararlılıkla yoluna devam ediyor. Peki ne oluyor da HDP bütün bu saldırılara, eş başkanlarının, belediye başkanlarının, yöneticilerinin içeride olmasına rağmen daralmıyor, geri adım atmıyor? Bu aslında HDP’nin nasıl bir parti olduğuyla alakalı. HDP örgütsel hayatını halka rağmen değil, halkla beraber şekillendirmiş bir parti. Dolayısıyla hiç bir boşluğun yaratacağı bir gerileme ya da zafiyete izin vermeksizin halklarımız omuzluyor ve devam ediyoruz.
‘ÜÇ ANA BAŞLIKTA ÖZELEŞTİRİ YAPTIK’
- Konferansınızın ardından ‘özeleştiri verdik’ dediniz. Biraz açar mısınız bunu; HDP hangi konularda özeleştiri verdi?
Geçmiş dönemde nasıl başarı öykülerimiz varsa, bunun yanında yapamadıklarımız, eksikliklerimiz de var. Başarı öykülerimizi daha yukarıya taşıyabilmenin yolu, bu eksiklikleri sahici gözlerle, samimiyetle görüp, değerlendirmek, bu eksiklikler konusunda özeleştiri vermek ve bunların tekrarından sakınmak. Bir kere şu bir gerçeklik; demokratik siyasete bu kadar saldırı oldu, başkanlarımız içeride, belediye başkanlarımız içeride. Demokratik siyasete yönelen bu saldırının acaba bu denli yükselmesini engelleyebilir miydik, önleyebilir miydik? Savaşın ve OHAL’in neredeyse olağanlaştığı bir süreçte yine de yapabileceklerimiz var mıydı sorusunu kendimize sormalıyız. Buradan hareketle zaten önümüzdeki dönemi kesintisiz, daha kararlı bir mücadele dönemi olarak konuştuk. Önümüzdeki dönemi eğer faşizmin kurumsallaşması süreci olarak okuyorsak, buna karşı mücadeleyi de bu eksende sürdürmeliyiz. Bir başka önemli konu, tecrit konusuydu. Tecridin sonlanmasının Türkiye siyaseti açısından, özellikle barış ve çözüm siyaseti açsından çok önemli bir karşılığı var.
Çok önemli bir adresi gösteriyor İmralı bize. Sayın Öcalan’la ilişkiler sağlıklı bir şekilde yürütüldüğünde çözüm masası, müzakere masası kurulduğunda Türkiye’nin neler kazanabildiğinin, yolunun nasıl açılabildiğinin ama tecritten sonra bu yolların nasıl tıkandığını ve ülkenin nasıl bir savaş ve şiddet girdabına sürüklendiğini görüyoruz. O yüzden tecrit konusunda da yapamadıklarınız üzerinden bir özeleştiri verdik. Diğer bir özeleştiriyi de bölgede yaşayan insanlara büyük acılar yaşatan ve savaş siyasetinin elini güçlendiren Cizre, Sur, Şırnak gibi yerleşim yerlerinde yapılan saldırılara ve bu saldırılarda meşruiyetini kazanan iktidarın savaş siyasetine karşı yaptıklarımızı, yapamadıklarımızı değerlendirdik. Üç ana başlıkta özeleştirilerimizi ortaya koyduk. Daha müdahaleci olabilirdik, daha etkin bir siyaset yürütebilirdik. Her şeye rağmen acaba başka neler yapabilirdik konusunu bu konferans sürecinde tartıştık. Buradan çıkaracağımız derslerle daha güçlü bir mücadeleyi örebiliriz. Barış mücadelesini, demokrasi mücadelesini, bunun bir biriyle olan bağını görerek yükseltebiliriz. Kürt sorunundan beslenen bir iktidar var. Yani bir sorun ve bu soruna bağlı bir savaş siyaseti ve bu savaş siyasetiyle ayakta duran bir iktidar var. Bu iktidar giderek otoriterleşiyor giderek tekçi bir anlayışa evriliyor ve karşımıza faşizmin kurumsallaşması çıkıyor. Bu dizgiyi takip ediyorsanız buna karşı siyaseti nasıl örebileceğinizin bütün dinamikleri ortaya çıkıyor. O yüzden biz kongremizde ‘faşizme karşı omuz omuza’ dedik ve biliyoruz ki faşizme karşı mücadele demokrasi mücadelesidir, barış mücadelesidir.
- ‘Kürt sorunundan beslenen iktidar’ tespitiniz ‘çözüm süreci’ için de geçerli mi?
Çözüm süreci iktidarın bu algısını çözecekti. 2011’de başlayan 2013, 2015 arası iyice belirginleşen çözüm sürecindeki bütün samimi adımlara, bütün özverili yaklaşımlara bu iktidar aklı samimi yaklaşmamıştır. Çözümden yana değil, Kürt sorununun sürdürülebilirliğine göre kendisini konumlandırmıştır. Şimdi eğer bir çözüm sürecinden bahsedilecekse bütün bu bilgiler ışığında yeni dinamikleri de sürece katarak, çok daha sağlıklı, sahici, kalıcı bir çözüm mekanizması yaratmalıyız. Çözüm konusunda adımlar atmalıyız.
‘YENİ BİR ÇÖZÜM SÜRECİ OLACAKTIR’
- Yeniden bir çözüm sürecine dönme ihtimali görüyor musunuz?
Evet. Aslında çözüm hepimizin beklentisidir. Biz zaten bu umudumuz asla yitirmedik, yitirmeyeceğiz. Yeni bir çözüm süreci olacak mıdır? Evet olacaktır. Ama bu artık bütün toplumun, bütün toplumsal dinamiklerin, toplumsal muhalefetin ortaklaştığı bir yerden olacaktır. Yani demokrasi ve barış mücadelesi bugünkü iktidarın bu saldırganlığını, bu algı yönetimini dağıtacaktır. Burada ortaklaşmalıyız. HDP bunu anlatıyor. Yani HDP ‘bütün bu karşıtlıklara rağmen bütün bu gerilimli siyasete rağmen bir arada yaşayabiliyoruz’ diyor. ‘Ortak vatanda, demokratik cumhuriyeti birlikte inşa edebiliriz’ diyor. Bunu başarabiliriz, çünkü bu aslında iktidara rağmen bugüne kadar yaptığımız bir şey. İktidarın bu ceberut yaklaşımını dağıtabilirsek, hem bugün yaşadığımız sorunlardan kendimizi arındırabileceğiz, hem de çok daha iyi bir yaşamı hep birlikte örebileceğiz. Bizim ‘yeni yaşam’ dememiz buydu, davetimiz buydu. Bu emeğin mücadelesidir, kadınların mücadelesidir, doğa talanına karşı mücadeledir, eşit özgür bir yaşam için mücadeledir ve bu bizim ortak kesenimizdir. Yan yana gelmek artık yeterli değil. Evet yan yana geldik, gelinebileceğini gösterdik. Şimdi önümüzdeki dönem yan yana gelenlerin ortak mücadeleyi sürdürme dönemidir.
‘SAVAŞ SİYASETİ TÜM HALKLARA ZULÜM GETİRİYOR’
- ‘Bütün toplumsal dinamiklerin bir araya gelmesinden’ söz ettiniz. İki halk arasında çokça bahsedilen ‘duygusal kırılma’ bu süreçte çok daha derinleşmiş görünüyor. Bunun giderilmesi mümkün olabilecek mi sizce?
Halkların birbiriyle olan duygusal kırılmaları, karşı karşıya gelmeleri konusunun önemli bir kısmı algı yönetimi. Bunun medya eliyle neredeyse bir psikolojik savaş aracı haline dönüştürüldüğünü görüyoruz. Sanki böyle iktidarın anlattığı gibi; insanlar birbiriyle ayrışmış, birbirine düşmanlaşmış bir pencereden okunmaması gerekiyor. Bakın Türkler-Kürtler karşıtlığı üzerinden bir okuma iktidarın bu savaş siyasetinin elini güçlendiren bir okumadır. Türkiye halklarının aslında ortak mücadelesi barış ve demokrasi mücadelesidir. Eşit yurttaşlar olarak yaşama talebidir. Yoksullukla, işsizlikle mücadeledir, haklarına sahip çıkmadır. İktidarın sürdürmüş olduğu savaş siyaseti aslında tüm halklara zulüm getiriyor. Tüm halklara yoksulluk getiriyor, tüm hakların haklarını gasp ediyor. Kimin kapsını çalıp, ‘huzur var mı’ diye sorsanız huzur yok. ‘Saygı var mı’ deseniz yok, tolerans yok, anlayış yok, hiçbir şey yok. Yani insani değerler anlamında olumlayacağımız her şeyi hızla tüketen bir iktidar algısı toplumu yapılandırmaya çalışıyor. Tam da buna karşı çıkabiliriz. Biz bunu halklar arasındaki bir ilişki üzerinden değil, halklarla iktidar arasındaki bir ilişki üzerinden okumalıyız. Bu ortaklaşmayı sağlayabilirsek iktidara karşı mücadelemiz de yükselecektir.
‘OPERASYONUN YEGANE AMACI SEÇİM HESABI’
- Afrin harekatı devam ediyor. Bir yandan özel birlikler gönderiliyor, diğer yandan iktidarın, Erdoğan’ın şehir kuşatmasına, ‘sonuna kadar gidileceğine’ dair sözleri var. Nereye varacak sizce bu?
Bu operasyon hemen sonlandırılmalı. Bu operasyon Türkiye açısından çok ciddi sorunlar yaratma potansiyeli taşıyor. Hem Türkiye’deki bütün halklar açısından, hem iktisadi açıdan, hem sivil haklar, siyasal haklar açısından. Bu operasyonun yegane amacı bugünkü iktidarın seçim hesaplarıdır. Başka hiçbir karşılığı yoktur. Ne bu ülke bir tehdit altındadır ne de Suriye’deki çözümün yolu buradan geçmektedir. Suriye artık geldiği noktadan öteye, Suriye halklarının katılabileceği ortak bir çözüm üretmesiyle yol alabilir. Bu ortak çözüm içinde orada yaşayan Kürtler, Araplar, Aleviler, Süryaniler, Türkmenler, Ezidiler, birçok halk var. Ve onlar ‘nasıl bir Suriye’ meselesinde ortaklaşıp, bir çözüm üreteceklerdir. Türkiye buna destek olmak yerine, çözümsüzlükten yana bir akılla hareket ediyor. Çok uzun süredir ‘stratejik derinlik’le başlayan, Davutoğlu’ndan bugüne kadar Suriye’de çözüme hiçbir katkısı olmayan bir ülkedir Türkiye. Bu aslında Türkiye’yi de demokrasiden uzaklaştırmıştır. Türkiye’yi de bugün içinde bulunduğu girdaba sürüklemiştir. Türkiye’de de toplumsal barışı tahrip etmiştir. Halklar çok büyük mağduriyetler yaşamıştır. Türkiye’deki yönetim krizinin aşılmasına yönelik çıkarcı hamlelerle koca bir ülkeye aslında biz kötülük yaptık. Ama bu kötülük orayla sınırlı kalmadı bize de yansıdı.
‘TÜRKİYE TARİHİNİN EN İTİBARSIZ DÖNEMİNİ YAŞIYOR’
Şimdi bütün bunlara son verebiliriz. Son vermemiz hem bölge halkları açısından hem Türkiye açısından olumlu bir adım olacaktır. Türkiye buna son vermediği sürece çözüm çok kolay gelmeyecektir. Bakın, Türkiye bütün dünyada itibarsızlaşmıştır. Türkiye belki de tarihinin diplomasi alanında en itibarsız dönemini yaşamaktadır. Ciddiye alınmamaktadır. Türkiye’deki iktidar bu çıkarcı hesaplarından dolayı çok kötü tarif edilmektedir. Bu Türkiye halkları açısından da zuldür. Biz buna layık mıyız? Türkiye’de yaşayan onurlu itibarlı insanlar, Türkiye’nin onurlu itibarlı halkları böyle bir yönetimi hak ediyor mu? Tabii ki hak etmiyor. Rusya’yla pazarlık, Amerika’yla pazarlık, Suriye’de zaman zaman başka bir manevra, İran’la başka manevra, Merkel’le başka, Macron’la başka manevra. Sürekli bu türden bir müflis tüccar aklıyla yapılan dış politika Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir yere sürüklemiştir. Tabi bütün bumların arka planında yatan çok önemli bir konu da yönetsel kriz kadar, Türkiye’nin içinde bulunduğu iktisadi krizdir.
‘TÜRKİYE’DE EKONOMİ 4. EVREDEKİ KANSER GİBİ’
- Siz aynı zamanda ekonomistsiniz. ‘İktisadi kriz’ dediniz. Uzun zamandır bir ekonomik krizden söz ediliyor ancak hükümet işlerin yolunda gittiğini söylüyor. Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşanacak mı ya da zaten yaşanıyor mu?
Bazı kanser vakaları açığa çıktığı zaman artık geri dönüşü olmayan süreç başlamış oluyor. Hatta bazı kanser vakaları ortaya çıktığında artık 4. evreye, terminal dönemine giriyorsunuz. Türkiye’deki kriz buna benzetilebilir. Türkiye’nin birçok yaşamsal alanında bir kanserleşme söz konusu. Ekonomi nasıl sürdürülüyor, beden nasıl sağlıklı gözüküyor; Ha bire dışarıdan almış olduğumuz deyim yerindeyse takviyelerle ayakta duruyor. Ne yapıyor; Aşırı borçlanıyor, elindeki değerleri çok ucuza satarak ayakta durmaya çalışıyor. Ekonomide kaynakları aşırı yoğun kullanıyor. Doğayı tahrip ediyor. Emeği dünyada çok az rastlanacak ölçüde sömürüyor. İşsizlik ortada, tarım alanlarının tahribatı ortada, şeker fabrikalarının özelleştirilmesini görüyorsunuz. Bu gidişatı durdurmanın yolu ciddi bir tedaviyle mümkün olabilir. Fakat iktidar bu tedaviyi tercih etmez. Çünkü tedavinin, bir istikrar politikasını, belli düzenlemeleri beraberinde getirmesi lazım. Halktan yana, emekçilerden yana düzenlemelerle ekonomide, tarım alanında düzenlemeleri hayata geçirmesi lazım.
‘BEN BUNA FAŞİZM EKONOMİSİ DİYORUM’
Oysa iktidarın kilitlendiği bir tek konu var; Seçimleri kazanmak. Ve ondan sonraki 5 yıl boyunca tekçi bir yönetim anlayışıyla yoluna devam etmek. Ben buna faşizm ekonomisi diyorum. Dejenere bir Keynesçilikle sürdürülen, kamu kaynaklarını aşırı yoğun kullanıp, toplumun geleceğini ipotek altına alan, bu yolla da bir faşizm ekonomisinin inşası. Bu iktisadi ve sosyal alandaki haklar üzerinde çok ciddi bir baskı uyguluyor. Yoksulluğu yöneterek bir kitle desteğini kendisine yedekliyor ama diğer taraftan ekonomideki yüksek büyüme için bir kaynak israfıyla hareket ediyor. Bu ancak ve ancak bir savaş siyasetiyle sürdürülebilir. Kaynakların birçoğu savaşın finansmanına, bir de Saray’ın finansmanına gidiyor. Bu da otoriter baskıcı sistemin bir ön koşulu olarak açığa çıkıyor. Bakın Türkiye’deki en önemli sorunlardan biri konut sorunu, yani inşaat sektörü sorunudur. Neden inşaat sektörüne bu kadar kaynak aktarıyor? Sektörel bir değişim, dönüşüm yaşayabilmek için, toplumsal sermayeyi yeniden yapılandırabilmeniz için bir düşük büyüme dönemine ya da bir tedbirler, tedavi dönemine ihtiyaç olabilir. Fakat bunu yapmanın riski var; iktidarı kaybedebilirsiniz. İktidarı kaybetmemek için anlamsız bir biçimde konut inşaatları sürüyor. Konut satışları çok düşmüş, konut arz fazlası var ama bütün kaynakları konut sektörüne aktarmaya devam ediyor.
‘FAİZ LOBİSİ SÖZÜNE BÜTÜN DÜNYA GÜLÜYOR’
Konut sektörünün maliyetleri çok yüksek. Maliyetler yüksek olunca dönüp diyor ki ‘faizler yüksek, faizleri düşürün’. İşte ‘faiz lobisi’ diyor hâlâ, ‘bundan dolayı faizler yüksek’ diyor. Bütün dünyanın güldüğü bir şey bu. Bütün dünyada faizlerin nasıl belirlendiğini biliyoruz. Siz aşırı borçlanma peşinde koşuyorsanız bu paranın bir bedeli var, bunun da adı faiz. Sizin döviz ihtiyacınız çok yüksekse, kurlar yükselir. Paraya ihtiyacınız çoksa faiz yükselir. Aşırı savurgan harcamalar yapıyorsanız, enflasyon yükselir, hayat pahalılığı artar. Bunları kapatmak için bütçe açık veriyorsa, halktan daha fazla vergi istersiniz, kamu hizmetlerine daha fazla zam yaparsınız. Eğer sizin çarpık bir sektörel gelişmeniz varsa işsizlik yükselir. Bütün bunların çift haneli olması biraz önce bahsettiğim hastalığın bütün bedeni hızla sardığını gösteriyor. Hatta bununla da yetinilmiyor. Mesela gereksiz bir enerji yatırımları, gereksiz bir yol inşaat sektörünün hızlandırılması var.
‘HASTALIĞI GÖRÜNMEZ KILMAK İÇİN YAPAY İKTİSADİ ALANLAR OLUŞTURULUYOR’
Bakın Kanal İstanbul projesi tam da bu dejenere Keynesçiliği açıklamaktaki en önemli örnektir. Ne gereği var istanbul’a bir kanal açmanın? Hem doğayı tahrip eden hem de kaynakları israf eden bir şeyi neden tercih ediyor? Çünkü hastalığı görünmez kılmak açısından böyle yapay iktisadi alanlar oluşturuyor. Bu aklın bizi götüreceği bir yer yok. Bu akıl bizi, bütün bedenimizi, Türkiye’nin her yerini, Artvin’ini de Muğlası’nı da Şırnak’ını da Hakkari’sini de çürütüyor. Hem insan emeğini aşırı sömürerek, hem de doğayı talan ederek. İşte tam da burada bu akla, bu sermaye anlayışına karşı emekten, doğadan yana, eşitlikçi bir hayatı var etmek isteyenlerin mücadelede ortaklaşması gerekiyor ki biz buna ‘demokrasi ve barış mücadelesinde büyük buluşma’ diyoruz.
‘SEÇİMDEN ÖNCE, SEÇMEN İRADESİNE İPOTEK KOYDULAR’
- ‘Ortaklaşma’ demişken, MHP-AKP ittifakı ve buna ilişkin hazırlanan tasarıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
‘Cumhur ittifakı’ 70’lerin Milli Cephe Hükümetleri’ni andırıyor. Fakat bu MC’ler seçim sonuçlarından hareketle hayata geçirilmişti. Burada önemli bir fark var; halkın tercihleri sonucunda ortaya bir parlamento aritmetiği çıkmıştı ve yine emek mücadelesinin işçi sınıfı mücadelesinin çok yükseldiği bir dönemdi. Sosyal hakların çok yükseldiği bir dönemde bu haklara karşı, emeğin, işçi sınıfının haklarına karşı bir cephe hükümeti oluşturulmuştu. Bu çephe hükümetinin ilk icraatlarından biri grev ertelemeleriydi. Ve greve çıkan işçilere karşı saldırılar, işte çeşitli o dönemin katliamları. Fakat şu anda yapılan seçim sonuçlarından hareket edilen bir cephe hükümeti değil. Seçimden önce, seçmen iradesine ipotek koyacak kadar şaibeli bir durum.
‘26 MADDE REFERANDUMDAKİ HUKUKSUZLUKLARA YASAL KILIF’
- Neden şaibeli?
Referandumdaki durum başlı başına bir şaibeydi. Hatta işin içine YSK bile katıldı. Kendi hukukunu çiğnedi. Kendi içtihatını, kendi hukukunu çiğneyen bir anayasal kurum olabilir mi? Oldu. Anayasa Mahkemesi müdahale etmedi. Kimse müdahale etmedi, bir oldu bittiye getirildi. Referandumda ‘evet’ çıkmamasına rağmen sonuçlar ‘evet’ üzerinden değerlendirildi ve Anayasa değişikliği kabul edildi. Orada Erdoğan iktidarı döndü, kendisi açısından bir ders çıkardı. Biz bütün bu yaptıklarımıza nasıl meşruiyet kazandırabiliriz, bunları yasa teklifi haline getirerek ve yasalaştırarak. Meclis’e sunulan 26 madde tam da referandumda yapılan ve bizim hukuksuzluk olarak nitelediğimiz şeyleri yasalaştırıyor.
‘YÜZDE 40’I ZOR BULACAKLAR’
- Sizce istediğini alacak mı bu ittifak?
Seçimi kaybetme kaygısı o kadar yüksek ki. İkisi, üçü bir araya geldiler yine hesaplar tutmuyor, yasaları iğdiş ediyorlar, bu türden deyim yerindeyse komplo yasalar hazırlıyorlar ama yine de kazanamayacaklar. Çünkü bu, halkların, toplumun beklentilerini karşılayan bir siyasi hamle filan değil, bu tam tersine toplumun halkların beklentilerine karşı yapılan bir hamle. Ben inanıyorum ki, nasıl yüzde 64 hesabı yapıp yüzde 51’i ancak bir sürü hileyle elde etmiş bir şey varsa şimdi de 50+1 hesabı yapanlar yüzde 40’ı zor bulacak.
‘TABANDAN GELEN TALEPLERE GÖRE HAREKET ETMELİYİZ’
- Siz nasıl bir ittifakla çıkacaksınız ‘Cumhur İttifakı’nın karşısına?
Bakın, ittifak siyaseti sağlıklı bir siyaset değil. Dikkat edin bu ‘cumhur ittifakı’nı kuranlar karşıda yer alan bütün siyasi partileri ittifaka zorluyor. Hadi siz de ittifak yapın, bir maç yapalım, hakem bizden stad bizim, maçın sonucu da belli ama en azından bu maçın meşruiyetini sağlamış olalım derdinde. Buna mecbur değiliz. Referandumda yaptığımız gibi herkes kendi ‘hayır’ıyla bu itirazını yükseltebilir, herkes birbiriyle demokrasiden yana dayanışmasını yükseltebilir, sorunlarımız nasıl ortaksa çözümleri de ortak bir zeminde daha eşitlikçi bir toplum sözleşmesinde bulabiliriz. Böyle bir toplum sözleşmesini yapabilmenin ilk adımı da bu mücadeleden geçiyor. Yukarıda partiler yan yana gelerek yapacağımız bir ittifakın tabanda bir karşılığı olabilmesi için, tabandan gelen taleplere göre hareket etmeliyiz.
‘BÜTÜN TOPLUMU İKNA EDECEK BİR ADAY OLMALI’
- Ama sonuçta Tayyip Erdoğan aday olacak, siz Erdoğan’ın karşısına nasıl bir alternatifle çıkacaksınız?
Biz mahallelerimizde, iş yerlerimizde platformlar vaat edeceğiz. İnsanları burada tartışmaya, ortaklaşmaya davet edeceğiz. Bu ‘nasıl bir aday’ sorusunun yanıtını üretmiş olacak bize. Yani yukarıdan, aşağıya bir aday üretmek değil, aşağıdaki bu ortaklaşmayla bir aday çıkarmak. HDP’nin ya da başka partilerin çıkartacağı adaylar bütün toplumu ikna edebilecek adaylar olmalı. Siz bir cumhurbaşkanı seçeceksiniz, cumhurun başını seçeceksiniz. Cumhurun başı toplumun bir kesimine seslenip, büyük bir kesimine seslenmeden var olabilir mi? Aday belirleme sürecine değil, emek, demokrasi güçlerinin, barış ve demokrasi mücadelesinde nasıl ortaklaştıkları, birbirlerine nasıl baktıkları, birbirleriyle yaratacakları sağlıklı ilişkinin nasıl olacağı üzerine hızla odaklanmamız lazım. Buradan gelen talepler adayları zaten şekillendirir. Nasıl bir aday sorusunun yanıtını tam da tabanın talepleri biçimlendirmiş olur. Aksi halde Erdoğan’ın yaptığını tekrar etmiş olursunuz ki bunun ne ülkemize ne de halklarımıza bir yararı var. Özgür ülke, demokratik bir cumhuriyet diyoruz biz. Bunun için ne yapmak gerekiyorsa HDP onu yapacaktır, bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
- Peki bu eksende görüşmeler başladı mı farklı çevrelerle?
Hayır, henüz bizim gündemimizde seçim yok. Demokratik bir seçim atmosferinin yaratılması mücadelesi var.
- Meral Akşener’in ‘İkinci turda HDP, AKP’yle anlaşır’ iddiasına ne diyorsunuz?
Bazen siyasetçiler gündemde olabilmek için çok kolaydan yanıtlar üretiyorlar. Biz bu yaklaşımı ciddiye almadık açıkçası. Bizim ikinci turda AKP’yle ittifak yapacağımızı söylemek şu yaşadığımız konjonktürü hiç okuyamamak anlamına gelir.
‘MESELE HDP’YLE BİR ARAYA GELİNİP GELİNMEYECEĞİ SORUSUNDA SAKLI’
- ‘AKP, karşısındaki kesimleri de ittifaka zorluyor’ dediniz. CHP ve HDP’nin bir araya gelme koşulları var mı sizce?
Diğer partiler HDP’yle bir araya gelebilir mi? Türkiye’nin siyaseten aslında önünü tıkayan mesele budur. Yani teskerede bir araya gelenler, dokunulmazlıkta bir araya gelenler, bu bir araya gelme meselesinde çok ciddi handikaplar oluşturuyor. Mesele, HDP’yle bir araya gelinip gelinmeyeceği sorusunda saklı. Biz demokrasiden yana, barıştan yana adım atılacak her yerde olacağımızı zaten ifade ediyoruz. Ama sürekli olarak HDP’yle yan yana gelmeyi bir sorun alanı gören bir siyasetle karşı karşıya geliyoruz. Dolayısıyla bu soru bizimle değil, bizimle yan yana gelip gelmeme kaygısı taşıyanlara yönelik bir soru. Yoksa bizim açımızdan Türkiye’nin demokratikleşmesi, barış, çözüm, en asgari müştereklerde adım atılması gerekliliği çok açık ve net ortada. Biz eğer bu saldırıyı faşizm olarak tanımlıyorsak, gelmiş olduğumuz noktada her şey olağanmış gibi siyaset yapamayız.
‘HENÜZ ADAY KONUSUNDA ÇALIŞMA YÜRÜTMEDİK’
- Demirtaş’ın cumhurbaşkanı adayı olması yönündeki beklentilere ne diyorsunuz?
Önümüzdeki dönem Sayın Demirtaş’ın özgürlüğü, bir an önce özgür kalması önceliklerimiz arasında. Türkiye siyaseti açısından neler ifade ettiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Fakat biz henüz cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda kurullarımızda bir çalışma yürütmedik. Kaldı ki kurullarımızda çalışma yürütmeden önce tabanla çalışmalarımızı yürütmemiz gerekecek. Önceliklerimiz, enerjimizi yoğunlaştıracağımız alanlar belli. Dolayısıyla buralarda hareket edip yol aldıktan sonra yine bu tartışmaları hep birlikte sürdüreceğiz.
- Demirtaş’ın yeniden eş genel başkan olmaması tabanda bir kırgınlık yarattı mı?
Bir kırgınlık olsa böyle bir kongre olmazdı. Zaten Demirtaş’ın bir yere gittiği yok. Bizden kimse bir yere gitmiyor. Kimse kimsenin yerini doldurmuyor. Bizdeki siyaset yapma kültürü farklı. Şu anda Parti Meclisi üyemiz. Birlikte çalışıyoruz. İçeride de olsa katkıları çok fazla olan bir başkanımız.
'GEZİ, ‘BOYKOT’UN, ‘YETMEZ AMA EVET’İN ELEŞTİRİSİYDİ'
- Eş genel başkan seçilmenizin ardından özellikle sosyal medyada, ‘yetmez ama evet kampanyası’ içinde yer aldığınıza dair bir tartışma oldu, nasıl değerlendirdiniz o eleştirileri?
‘Boykot’, ‘evet’, ‘yetmez ama evet’ kampanyalarının bir iç organik bağı vardı, bu yadsınamaz. Ben 12 Eylül Anayasası’na karşı yapılacak bir değişiklik konusunda bu sürecin önemli olduğunu düşünenlerdendim. ‘Yetmez ama evet kampanyası’nı yürüten DSİP’ti hatırladığım kadarıyla. Ama ben DSİP’li değilim. Fakat bir akademisyen olarak o dönemde anayasa değişikliği konularında birçok toplantıya katıldım. Entelektüel, aydın kesimlerle beraber özellikle vesayet rejimine karşı 12 Eylül Anayasası’na karşı, 12 Eylül Konseyi’nin yargılanması için çabalarımız, faaliyetlerimiz oldu. Daha sonra zaten bizi eleştirenlerle beraber Kenan Evren’in yargılanmasında yan yana geldik. Bence siyaseti dogmatik bir yerden okuyup, değerlendirme sıkıntısı çekiyoruz biz. Solda da bu var. Yani sol bütün o devrimci okumalarına rağmen zaman zaman bu statükonun yaratmış olduğu girdaba düşebiliyor. Ben anlayışla karşılıyorum ama bugüne bakıp bütün meseleleri 2010 Referandumuyla açıklamak sağlıklı bir yaklaşım olmaz. 2010 Referandumundan sonra biz, sol siyaset, emekten yana siyaset üzerine düşen sorumlulukların gereğini yerine getirebilmiş olsaydı bugün belki başka bir tablo olabilirdi. Ama bugün yaşadığımız bütün kötülükleri ya da yaşadığımız bütün bu kötü gidişatın referans noktasını 2010’a indirgemek, o dönemde ‘boykot’ ve ‘yetmez ama evet’in etkisini tartışmak bence sağlıklı bir sonuç doğurmuyor, doğurmayacak da. Kaldı ki ‘evet’in, ‘boykot’un, ‘yetmez ama evet’in eleştirisidir Gezi. Ve biz Gezi’de vardık. Gezi, bize aslında nasıl bir siyasetle yol alınabileceğini gösteren bir buluşmaydı. AKP iktidarının 2010 Referandumundan sonraki güzergahını biçimlendirirken göstermiş olduğu sapmaya karşı Gezi önemli bir direnişin adresi oldu. Gezi Direnişi HDP’nin de yolculuğuna, siyasi mücadelesine önemli katkılar sundu, önemli bir fotoğraf gösterdi. Biz çıkaracağımız dersleri de çıkarmış olduk Gezi’de.