Kars Belediyesi Eşbaşkanı Ayhan Bilgen, tüm HDP'li belediye eşbaşkanlarının "demokratik belediyeciliği" hayata geçirmesi için özeleştiri sürecine girmesi gerektiğini belirterek, halkın karar alma mercilerinin tamamına dahil edilmesinin önemini örnekleriyle anlattı.
Kürt kamuoyunun son günlerde yanıtını aramaya çalıştığı konuların başında "demokratik bir belediyeciliğin nasıl yapılacağı" geliyor. Deneyimli siyasetçi ve Kars Belediyesi Eşbaşkanı Ayhan Bilgen, demokratik belediyecilik, geçmiş dönemin belediyecilik anlayışı, yeni dönemde bu modelin nasıl uygulanacağı, kayyum atanmaları, Kars Belediyesi'nin durumu gibi birçok konuya dair Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı.
Halkların Demokratik Partisi (HDP) olarak ilk kez Kars Belediyesi'ni kazandınız. Koltuklarınızın bile hacizli durumda olduğu biliniyor. Nasıl bir belediye devraldığınızı anlatır mısınız?
Bugüne kadar hep ‘Bu işler böyle gelmiş böyle gider’ diyerek kimse de hesap sorulmamış. Bu anlayış neredeyse belediyenin her yerini sarmış.
Biz seçimden önce de belediyenin kabaca ne durumda olduğunu biliyorduk. Bile bile bu sorumluluğu üstlenmeye talip olduk ve halk da gereken desteği bize vererek, değişimi istediğini sandıkta ortaya koydu. Ama bu gerçeğin ayrıntısını öğrendikçe aslında bildiğimizin son derece az olduğunu anladık. Siz mali sorunları, personel sorununu çözebilirsiniz ama şehirde oluşan bir alışkanlığı çözemiyorsunuz. Bugüne kadar hep ‘Bu işler böyle gelmiş böyle gider’ diyerek, kimse de hesap sormamış. ‘Böyle gidecek’ anlayışı neredeyse belediyenin her yerini sarmış. Gerçekten emeği, alın teriyle ekmeğini kazanmak isteyenin bir biçimde desteklendiği bir sistem ve bir taraftan da belediyenin halka karşı sorumluluklarını yerine getirecek bir mekanizma kurmamız gerekiyor. Bu 3 ay bizim için bir boyutuyla sorunu anlamayı, kapsamını, derinliğine öğrenmeyi sağladı. Bir tarafıyla da mevcut enkaz içerisinde bir sistem kurmanın yolunu bulmayı zorunlu kıldı. Bunun için yeni bir sistem gerekiyor. ‘Bugün kurduk, bitti tamamdır’ demekle olmaz. Biz her gün yeni şeyler öğreniyoruz. Öğrendikçe de bunu artık bu sistemin içerisinde çözmenin bir yoğun formülünü geliştirmeye çalışıyoruz. Şuan kentte bir güven, bir umut oluştu. Bu şehrin sorunlarının çözülebileceğine dair inanç güçlendi. İkincisi, çalışma yöntemi artık eski yöntemle olmayacak. Yani her şeyi başkanın iki dudağının arasında ya da bir partiye yakınsanız her türlü sorununuz çözülür mantığıyla işlemeyecek. Belediye kaynaklarının bu şehirde yaşayan herkesin hakkı olduğunu, etnik kökeni, siyasi aidiyetin bir haksız kazanç vesilesi olamayacağını, ama bu şehirde kimsenin de ayrımcılığa uğramadan geçmişte haksızlığa uğrayanların da haksızlığını telafi edileceği bir düzenin kullanabileceğine dair yaklaşım gelişti.
Kentte her dönem farklı kesimlerin iş ve beklentileri oluşuyor. Yani ‘Benim partim kazandı bana ayrıcalık tanınsın’ gibi beklentiler oluşuyor. Bu beklentileri karşılamanız mümkün mü? Bu tarz beklentilere yaklaşımınız nasıl olacak?
Kendi çevremizde de bir yanlış beklenti ve hesap geliştiğini görebiliyoruz. İktidarcılık hepimizi saran bir hastalıktır. Yani hastalık belediye başkanlarımızda da, parti yöneticilerimiz de, personelimiz de hatta şehirdeki esnafta da olabilir. Sonuçta burada bir anlayış ve alışkanlık gelişmiş. Yani siz kuralları değiştirme, iyileştirme ve buradan kendi alternatif belediyeciliğinize dair bir model inşa etmek yerine; 'Geçmişte başkasının yaptığını şimdi biz yapalım' anlayışıyla hareket ederseniz olmaz. Yani geçmişte 'MHP'liler işlerini şöyle hallettiler, ruhsatları böyle aldılar' ya da 'Geçmişte Azeriler işte böyle yönettiler' demek doğru değildir. Öyle yürüyecekse o zaman şimdi de Azerilerin yerine Kürtleri koyalım, MHP'lilerin yerine HDP'lileri koyalım aynı mantıkla, aynı yöntemle biz yönetmeye devam edelim. Bu olur mu?
Bizim iddiamız bu değil ki, ya da en anlamlı şekliyle HDP'nin varlık sebebi, projesi bu değil ki! HDP'nin kendine özgü bir modeli var. Demokratik, katılımcı, kadın eşitliği üzerine, ekolojik duyarlık üzerine kurulu ilkeleri var. Bu ilkeleri hayata geçireceğiz. Bu ilkeleri de herkesle birlikte hayata geçireceğiz. Azeri de bu ilkelerin hayata geçirilmesinde katılım sağlayacak. Terekeme de, yerli de, sosyalist ve muhafazakar da bu sürecin içerisine katılacak. ‘Şimdiye kadar onlar güçlüydü şimdi biz güçlüyüz’ mantığıyla biz kendi alternatifimizi, kendi paradigmamızı inşa edemeyiz. Yani aslında bizim seçmenimiz gibi gözüken ama aynı zamanda her partiyi idare eden bazı suiistimaliler var. Yani çıkarın, rantın ideolojisi, inancı, etnik ve siyasi görüşü olmuyor. O bir tarz, o bir alışkanlık olmuş. Aslında bu rantın kendisi bir ideolojiye dönüşmüş. 'Yani ben her dönem işimi görürüm' diyen bir anlayış hakim. Şimdi çürümüş, yozlaşmış, kokuşmuş bir düzeni değiştirme iddiasıyla gelip sadece insanların etnik kökenine mi bakacağız? Bu konuda bir tercih yapmak zorundayız. Bu ikisi birlikte olmaz ve bir taviz verdiğimizde bunun ardı arkası kesilmez. Yani eğer siz ‘Bu bizden ya da bize yakın filancanın akrabası’ falan demeye başlarsanız artık orada kendi kurallarınızı, kendi değerlerinizi, kendi ilkelerimizi ve paradigmanızı hayata geçiremezsiniz.
Kentte yıllardır süregelen "öğrenilmiş/öğretilmiş yanlış bir alışkanlık" olarak tarif ettiğiniz durumu nasıl değiştireceksiniz?
Şimdi tabi ki HDP’li de işe girecek, elbette ki HDP’li de ihaleye girecek. Tabi ki HDP'li de buraya ürün satacak ya da ondan hizmet satın alacağız. Elbette HDP’liden de yapacağız, başkasından da yapacağız. Burada bizim iki ölçümüz olacak. Birisi eşitlik, yani ayrım yapmaksızın bunu gerçekleştirmek zorundayız. Bugün diğerlerine söylenen yarın bize söylenirse bu ihaneti kendi inandığımız değerlere, partimize yapmış oluruz. Yani biz başka bir şey söylemişiz, başka bir şey vaat etmişiz, ama sonra dönüp başka bir pratik ortaya koymuşuz. Bu bizim en büyük yanlışımız olur. Başkalarıyla kıyaslanmayacağız, sadece biz kendi iddiamızla, kendi tezimizle, kendi programımızla sınanacağız, test edileceğiz, sorgulanacağız. Dolayısıyla elbette ki diğerlerinin yanlışı bizim için asla emsal olmaz, hatta tam tersi bizim için ders konusu olması lazım. Biz buradan bir kıssa çıkarıp, yani onların yaptığı yanlışı tekrarlamamalıyız. HDP olarak, belediye olarak, ama aynı zamanda da elbette ki geçmişte ortaya çıkmış bir dezavantaj durum varsa, bir haksızlık varsa, bir ayrımcılık yapılmışsa ki yapıldığı çok açık bu haksızlığı telafi edecek bir istihdam politikası yürütmemiz gerekiyor. Biz insanların o anlamda etnik kökenine bakıp işe almayacağız, kişinin mağduriyetine, iş ihtiyacına ve işi yapabilme kapasitesine bakacağız.
Hukuk, adalet, hakça bir belediyecilik halklar için tek ilaçtır, tek çözümdür. Bizim de iddiamız budur, bunun gereğini yapacağız. Yoksa bu çürüme, bu yozlaşma bir süre sonra hem partimizi lekeler hem de belediyeyi bir alternatif olmaktan çıkartır. Evet, belki bir grup arkadaşımız parti adına zenginleşebilirler, bir grup arkadaşımız kendi yakın akrabalarını belediyeye işe sokmak isteyebilirler. Bu bir kazançsa, bizim hedefimiz buysa, belediyecilikte yapmaktaki moralimiz, siyasetteki iddiamız buysa, bu onlar için bir kazanç başarı olabilir. Ama bu bizim için asla çıtayı koyacağımız yer olmaz. Bu bizim partimiz, paradigmamız için bir getiri sağlamaz.
Ama yasal sınırlar var, bu yasal sınırlar içerisinde biz elbette ki mümkün olduğu kadar kendi alternatifimizi inşa etmenin yolunu, imkânlarını arıyoruz. Ama artık mazeret beyan etme aşamasında değiliz. Sadece şikayetçi pozisyonunda olmamamız gerekiyor. Ne yapıp edip bu tabloda biz kendi alternatifimizi inşa etmek zorundayız.
Dile getirdiğiniz tüm bu sıkıntılara rağmen nasıl bir model ortaya koyacaksınız?
İller Bankası'ndan aldığımız kaynağın nerdeyse iki, üç katı kadar kaynak ortaya çıkarmaya mecburuz. Bunun yolu kooperatifçiliktir. Üretim kooperatiflerinin kurulmasını teşvik edeceğiz, özendireceğiz yani belediyenin kamu otoritesi olmaktan kaynaklı kolaylaştırıcı rolünü hayata geçireceğiz.
Belediyenin sadece İller Bankası'ndan gelecek paraya bakarak sorunu çözmesi imkansız. Zorunlu olarak İller Bankası'ndan aldığımız kaynağın nerdeyse iki, üç katı kadar kaynak ortaya çıkarmaya mecburuz. Bunun yolu kooperatifçiliktir. Biz önümüzdeki aylarda buna ilişkin bir hazırlık yapıyoruz. Üretim kooperatiflerinin kurulmasını teşvik edeceğiz, özendireceğiz yani belediyenin kamu otoritesi olmaktan kaynaklı kolaylaştırıcı rolünü hayata geçireceğiz. Özellikle hayvansal ürünlerle ilgili, kârı da üreticiye geri dönecek şekilde kooperatifler oluşturacağız. Bunlar bizim kendi modelimizi inşanın bir vesilesi olacak. Eğer biz kendi müttehitlerimizi zengin edelim diyerek bakarsak bu olmaz. Seçim tarihi geldiğinde 'elde var sıfır'. Yani hiçbir model kuramamış, hiçbir şey inşa edememiş, sadece öncenin zenginin yerine başka zengini türetmiş bir belediye mi olacağız? Hayır, bu asla olmayacak. Biz kamu yararını gözeteceğiz. Binlerce insanın mahallelerde imar için örgütlendiği, mahalle meclislerinde belki binlerce çiftçinin, üreticinin, hayvancılıkla uğraşanın, süt birliklerinde örgütlendiği gerçekten şehrin kendi kendini yönettiği bir model inşa edeceğiz. Biz bu iki tercihle karşı karşıyayız. Eğer baskılara boyun eğersek ki kişisel kayırmalara pabuç bırakırsak ortada bir model inşası denen bir şey olmaz, olamaz. Çünkü sonuçta pasta belli, potansiyel belli. Bu potansiyeli kişisel yarar, kişisel kar için mi kullanacağız, yoksa kamusal yarar, kamusal çıkar için mi kullanacağız? Bunun yol ayrımındayız. Tabi bu işin genel zorlukları var. Yani bütün ülkeyle ilgili zorlukları var, bölgesel boyutu var ve Kars'a özgü boyutu var. Ama başaracağız.
Kürt siyasetinin yıllar önce belediyelerle ilgili ortaya koyduğu paradigmanın yaşamsallaştığını/toplumsallaştığını düşünüyor musunuz? İktidar baskısından kaynaklı yaşamsallaşmadığı yönündeki tespitler yerinde mi? Ya da başlı başına tek gerekçe bu olabilir mi?
Belediyelerimizin üzerindeki en büyük baskılar; kayyum atanması, denetimlerin artık iş yaptırmaz düzeye gelmesiydi. Ama biz her halükarda sadece mazeret ifade ederek bu işin içinden çıkamayız. Bu zorlukları biliyoruz ama buna rağmen başarmak, inşa etmek zorundayız. Dolayısıyla da hani sadece belediyelerimize yönelik haksız, ayrımcılık, baskıyı gerekçe göstererek, bunu yapamamamızın bir ikna edici, inandırıcı gerekçesini ortaya koyamayız. Bir kere bundan vazgeçmemiz lazım. Elbette haksızlığı teşhir edeceğiz, itirazlarımızı yapacağız, hukuki, toplumsal, basıncı neyse uygulayacağız. Ama en önemlisi belediyelerimize yönelik herhangi bir haksızlık yapılmamasının karşısında duracak toplumsal gücü ortaya koymamız gerekiyor. Bu toplumsallaşma durumu en azından bu tip şeylerin tekrarlanmasını engelleyecek, zorlaştıracak bir supaptır. Bu durum arkasına sığınacağımız, saklanacağımız, kendi beceriksizliklerimizi, kendi eksikliklerimizi, kendi kirli ilişkilerimizi örteceğimiz bir bahane olamaz. Bunu bir kere iyi bir yere oturtmamız lazım. İkincisi, tabii ki Türkiye'de, Ortadoğu'da, bölgede, dünyada yönetim anlayışı değişiyor artık. HDP belki kurulurken ortaya koyduğu iddia absürt geliyordu. Yani bizim siyasi anlayışımızın 10-20 yıl önce ortaya koyduğu; kendi kendine yetme, kendi ayakları üzerinde durma, kaynaklarını oluşturma, katılımcı karar süreçlerini inşa etmek gibi sözler belki topluma fantezi gibi geliyordu. Ama bugün böyle değil artık. Çünkü neredeyse hem dünyada hem de en büyük platformlarda bu konuşuluyor, tartışılıyor. Bu elbette ki bizim elimizi güçlendiren bir fırsattır. Dolayısıyla hem Suriye'deki hem Ortadoğu'daki hem de Türkiye'nin dünya ile ilişkilerindeki gelişmeler bizim tezimizi, sözümüzü hayata geçirmek için bize tarihi bir fırsat sunuyor. Üçüncü nokta ise, doğrudan doğruya bizim yeterliliğimizle, kapasitemizle ilgili bir şey. Eğer biz bir beklenti içerisindeysek ya diğer belediyeler gibi ‘En lüks makam araçlarına biz bineceğiz’ ya da yönetirken personelimize köle gibi muamele yapacağız, ‘Otoriteyi ancak böyle kuracağız’ dersek bu olmaz. Bir taraftan ‘Eski kokuşmuş, çürümüş ilişkileri devam ettireceğiz’ diyeceğiz ama bir taraftan da HDP rozeti takacağız. Böyle bir şey mümkün değil. Yani bizler söylediğiniz gibi yaşayacağız ve yaşadığımız pozisyonu kabullenecek, içimize sindireceğiz. Biz eğer kişisel yaşantımızdan, adaletsizliği ortadan kaldırmaya kadar bütün iddialarımızı yönetim modelimize yansıtmak zorundayız. Uzman kişilerle çalışmayı, personelle düzenli biçimde toplanmayı, halkın uyarısını, eleştirisini dikkate almak zorundayız. Eğer biz iddiamıza uygun modelin inşa sürecine girersek sonunda eksiği, gediğiyle bir yol açmış oluruz. Ama 'ya bu zor bir şey yani eski yöntemi devam ettirelim' dersek bu paradigma hayat bulmaz. Eğer biz insana inanıyorsak, halka güveniyorsak, halkı bir şekilde bu karar alma süreçlerinin içine çekeceğiz, ikna edeceğiz. Ben seçilmişim diye, "Bütün yetkiler bende her şeyi ben biliyorum, her şeyi ben doğru yaparım" diyemezsin. Biz halkla birlikte bu doğruyu arayacağız ve bulacağız. Birlikte karar alacağız, birlikte kendi modelimizi inşa edeceğiz.
Peki, çokça tartışılan ve merak edilen "demokratik belediyecilik" modelini nasıl hayata geçireceksiniz?
Belediyenin tüm süreçlerine halkın katılımı esas alınmalıdır. İnsanlar karar süreçlerinde yer alma konusunun bir kere tadına varırlarsa bunun devamı kendiliğinden oluşacaktır. Halk o zaman ‘Bir kayyum atanması ya da benim belediye başkanlarımın görevden alınması doğrudan bana yönelik bir cezalandırmadır’ diyecek.
Belediyenin tüm süreçlerine halkın katılımı esas alınmalıdır. İnsanlar karar süreçlerinde yer alma konusunun bir kere tadına varırlarsa bunun devamı kendiliğinden oluşacaktır. Mahallenin tamamını toplayıp görüş sorduğunuzda asla uzlaşmada çıkmayabilir hatta toplumun alışkanlıkları buna uygun olmayabilir ama hiç olmazsa görüş almış olursunuz. Onları insan yerine koymuş olursunuz. Onlar da kendilerini kentli, bu şehirde yaşayan, hakkı olan bir yurttaş, eşit bir insan, söz söyleme hakkı olan birisi olarak görmeye başlar. Bu durum oluştuktan sonra kişi bir süre sonra kendi çıkarına olanı ayırt eder. Bunu anlamaya başladıkça da hesap sormaya başlar. Yok, ‘Yani bizden hesap sormasınlar, bize eleştirmesinler, bize bir şey söylemesinler hatta biz bildiğimiz doğruları onlara dikte edelim’ dersek bu durum zaten demokratik bir yönetim olmaz. Bu demokratik bir yöntem olmadığı için sonunda da demokrasi çıkmaz. Yani yönteminiz demokratik, katılımcı değilse sonunda inşa edeceğiz model de demokratik bir model olmayacaktır. Burada işte diyelim merkezi bir otorite var ve sizi cezalandırmak istiyor. Bu çok doğal yani Türkiye'de doğal. Şimdi eğer sizin paradigmanız halkçı, toplumcu, katılımcı bir paradigma ise o zaman; belediye başkanının, 'Belediyenin başına bir şey geldiğinde halk neden buna karşı çıkmaz?' sorusu ile yüzleşmesi/yüzleşmemiz gerekiyor. Halkın tepki göstermemesi elbette ki korkudan, baskıdan olabilir ama bütün bunların başında söylenmemiş, dile getirilmemiş memnuniyetsizlik eleştirisi de olabilir. Çünkü bu katılımcılığı esas almazsak insanlar bir süre sonra bizi diğer düzen partileri gibi sıradanlaştırır. Toplum; ‘Diğer partiler yönetirken rantı yiyordu, şimdi bunlar geldi bunlar yiyor’ demeye başlarsa, halk bu kavgada sizin yanınızda olmaz. Ama belediye yönetiminin kendisini savunduğunu, kendi vergisini, ekmeğini, alın terini, kendi şehrini, tarihi kaynaklarını savunduğunu düşünürse seni kendisini savunur.
Aslında halkın partisini, belediye eşbaşkanlarını, belediye meclis üyelerini savunmasına gerek yok. Halk kendisini savunsun yeterdir. Çünkü halk kendini savunduğunda kentini de savunur. Halk o zaman ‘Bir kayyum atanması ya da benim belediye başkanlarımın görevden alınması doğrudan bana yönelik bir cezalandırmadır’ diyecek. Bizim öncü rol oynamamız, kolaylaştırıcı tutum ve çaba ile halkı bu demokrasi mücadelesi hattına doğru, etkili ve güçlü bir konuma taşımamız gerekiyor. Ama öncelikle kendi eksikliklerimizle yüzleşmemiz gerekiyor.
Bunca yıldır bu gelenek neden bunu tam olarak oluşturamadı? Eksik olan neydi?
Burada eksiklikler, kişisel zaaflar, yeterince konuya hakim olamamak, işin uzmanının öğrenmeye açık olmaması olabilir. Sonuçta biz belediye başkanları olarak doğmadık ve öğrenmeye açık olmak zayıflık, eksiklik değildir. Belediyecilik konusunda kazanımlarımız kolayca elimizden alınmışsa, işte çift dilli tabelalar kolayca sökülmüşse, dönüp şunu tartışmamız lazım. Bu dil belediyenin dili mi halkın dili mi? belediyenin dili ise o zaman belediye dilini savunsun, bu halkın dili ise o zaman halk kendi dilini savunsun, kendi dilinin olduğu tabelaların bu kadar kolay indirilmesine tavır koysun. Demek ki biz bunu içselleştirememiş, toplumsallaştıramamışız. Biz aşağıdan yukarıya değişime inanıyorsak o zaman halkın bu işin içerisine katmanın yolunu, formolünü tartışmak zorundayız. Sadece dil örneğini sembolik bir örnek olduğu için verdim. Mesele sadece dil ile ilgili değil. Birçok konuda da durum böyledir ve bunu çözmek zorundayız.
Bu toplumsallaşmayı nasıl sağlayacaksınız?
Belediye öncelikle şeffaf olacak. Yani bu şeffaflığı sadece belediye için değil, kendi karar alma süreçlerimiz için de uygulayabilmemiz lazım. Yani ben de özel hayatımda neyse gelirimin hesabını verebilmeliyim. Mal varlığımda artış var mı? Yok mu? Ben belediye başkanı olmadan önce ne kadar mal varlığım var, belediye başkanı olduktan 5 yıl sonra ne kadar mal varlığım olacak? Bunu devlet istediği için mecburen veriyorum. Şimdi vali isteyince verdiğim şeyi ya da kanunun gerektirdiğini yaparken yapıyorum da, etik değerlerim, toplumsal açısından bunu niye yapmayayım? Valinin bildiğini ya da İçişleri Bakanlığı'nın bildiğini ben halktan neden saklayayım? Benim neyim varsa bunu halk da bilsin. Bunu halktan saklayarak, halktan uzaklaşarak neyi çözebilirim? Belki kişisel kariyerizm, iktidar, rant ve daha lüks yaşamak gibi bir takım tercihler olabilir. Ancak ahlaki politik toplumun referans çıkış noktası değerleriyle ilgili eğer gerçekten sokakta söylediğimiz sözün, sloganın gereğini kendi hayatımızda uygulasak sorun en azında başlangıç aşamasında çözülür. Kişilerden kaynaklı zaaflar eğer ortadan kalkarsa sonrası sistem sorunudur. Yani belediyeler deneyimlerini paylaşacaklar. Ben ne yaptığımı ne yaşadığımı paylaşırsam ya da başarılı olmuş bir örnek model ortaya çıkarmışsam bunu paylaşmam gerekiyor. Benim başarısız olduğum sorunu Van nasıl çözmüş, Diyarbakır nasıl çözmüş, Batman nasıl çözmüş bunu bilirsem onun başarı örneğinden ders çıkarırım. Bence yani hukuki boşluk, açık verme konusu bizim önümüzdeki en büyük risklerden birisidir. Dolayısıyla da yaptığımız işe hâkim olmamız lazım. Belediye ile ilgili her şeyi bilmek zorundayız. Yani mevzuatta bunun yeri nedir? Buna rağmen nasıl yaparsak yarın başımızı ağrıtmayacak bir şey yaşarız? Bunu bilmemiz gerekiyor. Husumet, siyasi öç alma, cezalandırma bu işin başka bir boyutu. Bunu görmezden gelip romantik bir analiz gibi algılanmasını istemem. Bizim yaptığımız küçük yanlışlar, küçük eksiklikler, çözülebilecek, tedbir alınacak işlerde verdiğimiz açıkları onlar dönmüş bize bedelini çok ağır ödetmiştir. Hatta bu açıklar belediye başkanlarımızın tutuklanması, görevden alınmasının gerekçesi haline getirilmiş.
Halk, HDP'nin paradigmasını bir kurtuluş ve umut olarak görüyor. Bu umudu gerçeğe/yaşama nasıl dönüştüreceksiniz?
Halkın farkındalığının, bilincinin, politik duyarlılığının artması üzerine yatırım yapıyorsak, işte halk o zaman asıl özne olur.
Şimdi önümüzde iki yol var. Birincisi, bu imkânı heder etmektir. O da; aynı eski iktidarcı belediyecilik anlayışıyla, kariyerist bir süreç işletirsiniz ve bu sürecin sonunda bu umut biter. Yani insanlar şöyle bakarlar: ‘Ya AKP işte yiyordu aynı zaman da hizmet veriyordu. Yani bunlar hizmette veremediler.’ Hizmet veremediğiniz takdirde insanlar sonraki seçimde tercihi; ‘İş de yapsınlar, yesinler de’ anlayışına oy verirler. Bunun için bu sürecin oraya varmamasının ikinci bir seçeneği, alternatifiyse kendi modelinizi inşaya motive olmamızdır. Buraya odaklanmanız gerekiyor. Buradaki soru şu; özne siyasetçiler midir, belediye başkanları mı, belediye meclis üyeleri ya da parti yöneticileri midir? Yoksa halk mıdır? Öncelikle bizim bunu karar vermemiz gerekiyor. Eğer parti yöneticisi, belediye eşbaşkanı, meclis üyesi kendisini halkın üzerinde görüyorsa, bir süre sonra halk başkasını cezalandırdığı gibi bizi de cezalandırır. Bu sorunun net yanıtı budur. Ama siz özneyi halk olarak görüyorsanız, halkı asıl karar verici haline getirmeyi hedeflemişseniz, 5 yıllık zaman içerisinde nihai söz sahibi olur. Yok, tercihi tersine yaparsak kentlerde değişim arzusu büyük bir hayal kırıklığına dönüşür ve bu sefer daha köklü bir inançsızlığın biz de parçası oluruz. Yani ‘Bu iş olmuyormuş, böyle gelmiş böyle gider. Bu Türkiye’nin düzeni değişmez. Ya rüşvetle değişir işler ya kayırmacılıktan başka çare yoktur. Sadece kayıran değişir, ama kayırmacılık devam eder’ algısının parçası haline geliriz. Böyle bir durum yaşanırsa zaten varlık sebebimiz ortadan kalkar. Biz o zaman o meşhur deyimle hani değiştirmek istediğiniz çarkın dişlisi haline geliriz. Ondan sonra zaten o düzeni değiştirme iddianız bitmiş olur. Bizim burada bu çarkın parçası olmak değil, çarkı değiştiren, çarkı dönüştüren bir iş yapmalıyız. 'Ne yaparsak da parçası oluruz' algısının ayrımını net yapmak zorundayız. Bunu acımasızca özeleştiri yaparak yapmak zorundayız. Yani alışveriş yaptığınızda, kıyafet markalarından, bindiğimiz araçlara kadar bunun hesabını yapmalısınız. Yani çok özel bir şeyden bahsediyor gibiyim ama bu durum halkın çok kolay hesabını yapacağı bir şeydir. Eğer siz bindiğiniz aracın hesabını, markasını halkın tartışmadığını sanıyorsanız o zaman yanlışsınız. Yani siz onları kandıracağınızı sanıyorsanız, sadece kendinizi kandırırsınız. Yani düzen partileri nasıl kandırıp bir dönem daha atlatıyorsa, biz de o pozisyona razı oluruz. Biz de onlar gibi ‘Onlar kandırmasın biz kandıralım’ durumuna düşeriz. Biz halkın farkındalığının, bilincinin, politik duyarlılığının artması üzerine yatırım yapıyorsak, işte halk o zaman asıl özne olur. Biz böyle yaklaşmazsak o zaman halk bize döner ve bize der ki: ‘Sen bana anlattığın gibi yaşamıyorsun, bana anlattığın gibi karar almıyorsun, bana anlattığın gibi ihale yapmıyorsun, bana anlattığın gibi hizmet ortaya koymuyorsun.’ Eğer son karar verici halksa, biz de siyaseti o sahibe göre yapmamız gerekiyor