Bütün dünyada Sırrı gibi birileri aranır, bulunur ve ödüllendirilir… Onca fıkra, onca türkü, onca hikâye… Bir keresinde dayısı, (12 Eylül’de) ziyaretine gider… Kabadayı olan dayı sorar: Oğlum söyle bana, düşmanımız kim, niye buradasın? Soygun yapmamıştır, adam öldürmemiştir… Ama içeridedir… Şimdi bu yazıyı okuyan herkes elini vicdanına koysun, desin, bu adam içerideyse, biz niye dışarıdayız…
Müslüm Yücel | Gazete Duvar
Sırrı Süreyya Önder (1962, Adıyaman) Türkiye’de güveni temsil eder. Sinemadan siyasete uzanan yaşamı içerisinde bu güven onu kitlelerle buluşturmuştur. Sanatta da siyasette de tek kriteri vardır: Samimi olmak. Önder, bu samimiyeti ile gücün değil doğrunun temsilcisi olmuştur. Gücü ise güçsüzlüğündedir, ne arkasında büyük bir medya ne serveti devasa boyutlara ulaşmış holdingler vardır.
Politika, Türkiye’de özgürlük tuzağıdır; çünkü bugüne kadar insanlara özgürlük vaat edilerek, onları tuzağa düşürmenin sanatı olmuştur. “Ben sizi temsil edeceğim” denilmiştir ama giderek bunu vaat eden, kendini bile temsil edememiştir ve anlam, tarih ve ideolojinin dinamik ruhu içinde uyurgezer bir hal almıştır. Sırrı, insanın kendi kendinin temsilidir. Kendi kendini temsil etmek isteyenler de ona gönül vermişlerdir; o, bu gönüllerin adayı olmuştur, bu gönüllerin kendisidir. Düşlerin bile kontrol altına alınmak istendiği bir ülkede, o ezilenlerin gördüğü düştür. Arkasında ağalar, patronlar, para babaları yoktur. Arkasında kendisi vardır: şiir vardır, roman vardır, fıkra vardır, kamera vardır.
Sırrı, Türkiye’nin çok-kültürlü bir ili olan Adıyaman’da doğmuştur. Buradaki göl ve ırmaklar, dağ ve ovalar bile birer kitap gibidir; insana inancın ulaşılmaz heykellere yontulduğu bir yerdir burası. Burada dağın oğulları Kürtler ve güneşin oğulları Ermeniler yaşarlardı. Daha sonra bu iki zenginliğe Türkmenler eklenmişlerdir. Türkmenler, ceylanları andıran atlarıyla buraya gelmişlerdir, iki halkla bütünleşmişlerdir; acılarını acıları bilmiş, sevinçleri sevinci olmuştur. Zora karşı birlikte isyan etmişlerdir. Baba İshak onlardan biridir. Birlikte üzümü dalından kopartıp pestile dönüştürmüşlerdir.
Sırrı bu zenginliği miras gibi almıştır. Babası Ziya, Ermeni ve Kürtlerle sıkı dosttur. Bu yüzden adı Adıyaman sınırları içinde Komünist’e çıkmıştır. Ne işler yapmaz ki babası; berberdir, parası olmayanı bedava tıraş eder; arzuhalcidir, köyden gelip yolu, okulu olmayanlara yol yordam gösterir, dilekçe yazar. Avukatların para ile yaptıkları işleri o kalbiyle yapar. Ziya, 67 yılından itibaren TİP için çalışmaya başlar. Başta merkez olmak üzere il ve ilçelerde örgütlenme çalışmalarına katılır. Arzuhal yazdığı kimselere bir de TİP’i anlatır: İşçi sınıfı, köylülerin sorunları, sosyalizm artık bir arzuhalden öteye geçer, pratik adımları içerir. Nihayet 1970’te parti çalışmaları hızlanır; Ziya, TİP Adıyaman il kurucu üyesi ve bir süre sonra da il başkanı olur. Ancak, hastalık da ağır ağır iler. Adliye önünde arzuhal yazan adam yorulmuştur. Karaciğerinde demir birikmiş, safra kesesi kalbine vuran ağrıların merkezi olmuştur. Sırrı, sekiz yaşındayken babası ölür. Evin direği yıkılmıştır.
Bu tarihte Sırrı Süreyya’ların evleri köylülerin odunlarını alıp sattıkları ve bu yüzden adı Oduncu Pazarı olan mahallededir. Kürtleri burada tanımıştır. “Konuşuyorlar, anlamıyorum” demiştir. Babası “bunlar Kürtler” demiştir. Kendisi onları iyi tanır; TİP’te Alevi Kürtleri örgütlemiştir.
Sırrı annesi ve dört kardeşi ile birlikte CHP’li dedesinin evine taşınır; başlarında bir çatı olması gerekir, bir de el kaldırdığında, eli indirecek erkek. Sırrı bir yandan okula gider diğer yandan bir fotoğrafçının yanında çırak olarak çalışır. Görme, buradan başlar; fotoğraf çekilmez, kaydedilir ve her yüz, her bakış bir bildiri gibi okunur. Sırrı bu yüzleri ikinci bir okul kitabı gibi okur ve buradan, sanatının kozasını da örer.
Sırrı, fotoğrafçılıktan büyük zevk alır. Ancak, buradan aldığı para ailenin geçimine yetmez (125 kuruş). Cep harçlığı kazanmak ve bir aileyi geçindirmek ayrı şeylerdir; 16 yaşına kadar, küçük geliri, büyük düşleri ile aile ekonomisine katkıda bulunur; bulursa bir yerlerden Nâzım Hikmet okur…
Bir süre sonra, yaşı 16 olup artık asgari ücret alacağı sırada Sıtma Savaş’ta çalışmaya başlar; 40 kiloluk pirinç pulvazrizatörle ilaçlama yapar. Burada sendikalıdır, iyi bir aylık da alır (1.100 lira). Kardeşlerine bakar. Eve ekmek götüren biri olur. Solculuk ağır basar ama; Sırrı burada, işyeri temsilciliğine kadar yükselir. Daha sonra Milliyetçi Cephe kurulur, emeğe dayalı iş ve iş yeri isteyenler kovulur. Sırrı ilk kovulanlardandır.
İşsizlik Türkiye’de gündelik hayatın bir parçasıdır. İktidarlar sürekli işsiz bırakırlar. Bunda amaçları kendilerine karşı olabilecek muhtemel direnişleri kırmaktır ve işsizliği bir kader haline getirmektir; kişiler ya iktidarın bir çarkı olur ya da, işsizliği bir kader gibi kabul ederler. Buradan arabeskin tarihi de başlar.
Ancak Sırrı hayatının kaderin elinde kalmasına izin vermez. Bir yüze bakıp ifade yakalayan fotoğrafçı, hayatın içine bakıp kendine işler kurar. Uzaktan uzağa bana bir kaldıraç verin, dünyayı yerinden oynatırım diyen filozofun da sesi gelir. Bir yakını (kirvesi) ile lastikçi dükkânı açar. Zor iştir ama iş yerini kurmak için çok fazla araç ve gerece ihtiyaç yoktur. Tümü ile pratik bir zekaya ve insan bileğine dayalı bir iştir bu: Bir levye, tekerin hal ve ahvalini bilmek için bir mavi bir su leğeni bu iş için yeterlidir. Ancak bu işin parası iyi değildir. “Deftere yaz”, “bir dahaki sefer dönüşüne”, “gelecek aya” gibi sözlerle her zaman “iş yeri” mağdur edilir, iflas kaçınılmazdır!
İşte tam bu sırada (1 Haziran 1976) nüfus kâğıtlarının değişimi kararı alınır. Buna göre, çok yapraklı defterler kalkacaktır. Sırrı para biriktirip aldığı fotoğraf makinesiyle hafta sonları köylere gidip, kente gelip fotoğraf çekemeyenlerin fotoğraflarını çeker ve bu işten, ek bir gelir sağlar.
Okulu ise asar hep; gitmez, şöyle parlak bir öğrenci gibi görünmez ama başarılıdır. Gündüz çalışır, geceleri de Marksist klasikler okur. Sırasında ceketini indirip faşistlerle sokak kavgasına girer; taş atar, sopa tutar, afiş asar, duvara yazılar yazar.
Derken Maraş Katliamı (1978) olur. Bir belgeselde anlatıldığı gibi katliam sırasında kadın, yaşlı çocuk dinlenmez; evler yakılır, ocaklar söndürülür ve yeni doğmuş bir kız çocuğu bile iki bacağından tutulup ikiye ayrılarak katledilir. Acıma yoktur, bir tek kan uluyan sokaklar vardır. Sırrı, Adıyaman Lisesi’nde körpe bir öğrencidir. Sırrı ve arkadaşları olup bitene seyirci kalmazlar. Katliamı protesto ederler. Öldürmek serbest, cinayetleri protesto etmek suçtur.
Sırrı tutuklanıp cezaevine konur. Bir süre yattıktan sonra tahliye olur. Okuluna devam eder ve 1980’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanır. Mülkiyeli biridir. Ailenin yükü ise küçük kardeşinin de tıpkı kendisi gibi çalışacak yaşa gelmesi ile biraz da olsa kalkmıştır. Sırrı, Ankara’ya gelir.
Ankara, darbenin ağır koşulları altında inleyen bir kenttir. Sırrı bir yanda geceleri çalışır, günlük hayatını kazanır, diğer yandan 12 Eylül’e karşı alttan alta akan devrimci hareketin içinde yer alır. Okullarda bu tarihte hareketlilik yok denecek kadar azdır. Bütün insanlar sindirilmiştir. Sırrı, cuntaya karşı okulda eylemler yapan, okul dışında duvarlara yazı yazan, afiş asan ve örgütlenme çalışmalarına hız veren bir yapının içinde yer alır. Bu sırada tutuklanır, ağır işkenceler görür, gözleri bağlanır; örgüt üyesi olmaktan 16 yıl ceza alır; bu ceza, 12 yıla iner ve Sırrı 7 yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olur (1988). Tahliye olduğu sırada “eğitim durumun ne” diye sorduklarında şu yanıtı verir: 5 yıl Mamak, 1 yıl Ulucanlar, 1 yıl Haymana… Annesi, Haymana’yı anlatırken, “buranın göğü kara” diye düşünür.
Hayat ise korku dekorlu trajik bir oyundur. İş bulmak gerek. Çalışmak gerek. Kahveler işsiz doludur ve bütün sözler burada, bize kaça mâl olurla bağlanır. Sırrı çeşitli işlerde çalışır; kamyon şoförlüğü, beyaz eşya ticareti, boya işleri vs.
Bütün bunlar şunu söyler; o, bizden biridir: Hem konuşması, hem gündelik hayattaki tavır ve davranışlarıyla o, biziz; konuşurken, yağmurun altında yürüyen biridir, sesinde rüzgarın ağır ağır ağlayışlarını duyarız; çünkü o, yanı başında, 16 yaşında bir çocuğun, Erdal Eren’in, yaşı büyütülerek asılmasına tanıklık etmiştir; bir insanın yok olmasıyla, yok olan insanların neslindendir; bozguna uğramak bile bir zaferdir onda. Cesaret etmiştir, cesaret demiştir hep, dilini çıkartmadan bağırmıştır. Düşünce buradadır, duygu burada. Sırrı’nın gülüşünde, kahkahasında bile bu kederin izleri vardır.
FOTOĞRAF, SİNEMA VE KÖŞE YAZARLIĞI
Sırrı ilk kazandığı para ile ağzının tadıyla kitaplar alır. Lisede aldığı kitaplar banyo kazanında yakılmıştır; hapiste okuduğu kitaplar ya zulalarda kalmış ya da baskınlar sırasında alınıp götürülmüşlerdir. En çok özlemini çektiği ise bir kitaplığının olmasıdır. Sinema ise fotoğrafla başlayan bir serüvendir. “Bir gün bu fotoğraflar canlansa belki” der…
Sanatlar içerisinde en çok hakkı yenen, fotoğraftır. Piyasa, resim için değer biçer ama fotoğrafın değerinden söz etmez kimse. Fotoğraf ortak anlamdır. Resimden farkı da budur; gerçekle oynama şansı yok denecek kadar azdır. Bir fotoğrafa bakarak resim yapabiliriz ama bir resme bakıp fotoğraf çekemeyiz. Monet’in Kurşuna Diziliş tablosuna kaynaklık eden bir albümde saklanmış resimdir. Fotoğraf geriye bakmayı verir; tarihe ve zamana bakmaktır ve bu bakış, bir nesne ile sınırlanamaz, sürekli kontejanlar verir; baktığımız her şey- her nesne bir görüntüye döner ve her görüntü tanıklığın- tanışmışlığın ötesine geçer; an ve zaman susturulur; baktığımız nesnenin adını bilmek, ne işe yaradığını bilmek bizi geriye sarar ama susturulmuş bir geri ve dahası gözlerimiz birer kamera işlevini alır; bilinç, bir bilinçle bilgilendirilir. Varlık, iç güdüsel olarak keşfedilir ama yine de keşfedilen- tespit edilen bir geçmiş vardır karşımızda…
Sırrı, vurguladığım gibi sekiz yaşında fotoğrafçılığa başlar ve daha sonra bir makine edinir ve hafta sonları köylere gidip fotoğraflar çeker. Gerçekte gidip fotoğraf çekiyor gibi görülen bir tablo vardır ama bunun sinemaya dönüştüğü dikkate alındığında o, kamerayı bir sosyolog gibi tutmuştur ve buradan hiçbir dil bilmeden izleyebileceğimiz, hiçbir dil bilmeden okuyabileceğimiz bir film çıkmıştır: Beynelmilel.
Sırrı 2010 yılından itibaren BirGün, daha sonra da aynı yıl içerisinde Radikal ve son olarak Özgür Gündem gazetesinde köşe yazarlığı yapmıştır.
Sırrı’nın gazete yazılarında tıpkı filmlerindeki gibi bir iç-içelik vardır. Hikâye etme ve bu hikâye etme içinde gerçeği arama, bulma ve söyleme isteği yazıların ana karakteridir. Örneğin Bolu’da bir ceylan öldürülür, yavrusu yetim kalır. Birinci elden Sırrı gerçek olaydan yola çıkar: Bolu’da, Mevlit Kandili’nden dönen Ömer Çakın ve Vedat Kaygısız isimli iki vatandaş gördükleri iki geyikten birini öldürürler. Daha sonra hukuki boyut işler: Cinayet işleyen kimselerin ifadeleri alınır ve para cezası ile salıverilirler. Kişilerin mevlitten dönmesi ile bir üst hukuk arar yazıcı: Hayvan ümmetine dokunmayın. Burada, olay biter. Daha sonra bir başka gerçekle bu olay birleştirilir: Henüz 12 yaşında Ceylan Önkol, öldürülmüştür. Ceylan burada artık, bir vicdana döner; Ceylan, iki köy arasında kurulan bir karakoldan açılan ateş sonucu öldürülmüştür. Ceylanları öldüren, vicdansızlıktır.
Sırrı’nın yazıları iki şey verirler: Bir, fikir verirler. İki, okuyana, aktarma- anlatma yolu ile birer mesel verirler; biz okurlar ise bunları sesli sesli birbirimize okuyabiliriz, tek şansımız ise şudur, okurken, onun sesi de kulaklarımıza gelir.
SİYASET
Sırrı, 2011 yılında Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun adayı olarak İstanbul 2. Bölge’den milletvekili seçilir; 2013’te HDP’nin kurucuları arasında yer alır.
Sırrı siyasette bir milletvekili olarak dahil olmaz, bir sanatçı duyarlığı ile Meclis’te ötekilerin sesi olur. Kendisi de bir ötekidir; ötekinin ruhu, düşünce gücüdür. Öteki asla onda bayağılaşmaz. Herkesin diğerine tuzak kurduğu ve bu tuzakla yaşama hakkına sahip olduğu bir zaman diliminde ötekinden istenen karanlıkta oturmasıdır; çünkü yüz yıldır ötekinden istenen tek şey vardır: Ya kendi kökünü kurut, ya biz senin kökünü kuruturuz. Sırrı bu, özü kurnazlığa dayalı yapaylığa karşı, insanın özünü temsil eder; başkaları tarafından görülmüş olana mahkum edilenlere de bir çağrı yapar: Çıkın, size biçilmiş kefenin içinden!
Kürt sorununun çözümünde önemli görevler üstlenir. Amiyane tabiriyle elini taşın altına koyar. Bir yıl içerisinde Kandil, Ankara ve İmralı arasında mekik dokur ve bütün bu çabalar, kanın durması içindir; Kürdün de, Türkün de kanı onun damarlarından akıyordur. Bunu bizzat belki bana on kez söylemiştir.
Halklar mıknatıs gibidirler, savaş onları yapay bir enerji ile birbirinden ayırmıştır. Savaş hiledir, desisedir. Halkları birbirine düşüren bir hilenin bitmesinin mimarı olmak, az bir şey değildir. Elleri kesilen mimarların yaşadığı topraklardayız ama… Bilmez miyim Mimar Sinan’ı, Sarkis’i…
Sırrı, Gezi Direnişi’nin de sembollerindendir. Kepçenin toprağa değdiği an, orda biter; orda, bir ağaç ile bir insanın hayatı birleşir; bu ağacı yerinden sökeceksen, beni de öldürmen gerek.
BAĞLARKEN
İşte şimdi, bütün bunlar gözlerimin önüne geliyor. Bütün bunlardan dolayı canım yanıyor. Benim canım bugün içeride. Çünkü ben, dün Sırrı ile işte bu yazıyı yazmak istediğim şu dakikalarda telefonla görüşüyordum, bugün olmasa hafta sonu geleceğim sana, diyordu… Oturup konuşacaktık. Urfa’dan fıstık gelmişti. Tek başıma yesem de bir tadı yok.
Sırrı, roman yazıyordu ve en az haftada bir gün romanı ile ilgili “bilgi” veriyordu. Ben de yazdığı romanla ilgili bir yerde bir şeyler arıyordum, bulsam not alıyor, sonra o arayınca iletiyordum ve o, en küçük bir bilgiden devasa tasvirler çıkartıyordu… Aklı, ruhu yarattığı roman kahramanlarındaydı. Bugünkü bir olay değildi onunki. Kökleri yüz yıla ulaşan ağrılar içindeydi. Onlarla yatıyor, onlarla kalkıyordu ve her seferinde “zaman” diyordu, zaman; vekillikten “emekli” olunca, işte zamanı dedi. Senelerdir, kafasındaki kahramanlarla tekrar masaya oturdu… Bu kahramanlardan birinden söz etse, onun gibi konuşuyor, onun gibi hareket ediyordu. Bugüne kadar yüzlerce arkadaşımın kitaplarını okudum, yüzlerce kitaba editörlük yaptım, yazdığı kahramanları onun gibi yaşayanı görmedim ve şimdi, bu adam, bu kahramanlarının kağıt üzerinde çektiği acıyı içinde yaşan adam, cezaevinde… Nasıl kıyılır, nasıl yapılır, buna akıl sır erdiremiyorum. Bugün, gün boyu, beynimi dağıtmak istedim, Türkiye bu, normaldir dedim; okey oynadım, kitapçıları gezdim bir türlü dağılmadı içim, salt bir ürperti kaldı, salt bir soru, onun da yanıtı yoktu, nasıl?
Bugün benim canım yanıyor. Arkadaşım, dostum, dert ortağım, yarım, geceleyin ansızın arayıp saatlerce yazı okuyan- yazıya iman eden yazarımın kalemi yanıyor; o kalem ki bu güne kadar, daha gür yazılar için yalnızca kalemtıraş önünde eğildi…
Bugün bir dostum değil, bir okurum da cezaevinde. Şiirlerimin yorumcusu, yazılarımın eleştirmeni… Burası “benim dediğim gibi olsa” diyen, kırmadan söylemesini bilen… Hemen, gönlünü alan ve bu arada, en sevdiğim yemeği annem gibi hemen gündeme getiren… Fıkra denizim, türkü evim… Bugün benim türkü evimi cezaevine koydular. Sırrı’nın bilmediği türkü yoktur; ya, o türküyü bilir ya da o türkü hiç kasetlere doldurulmamıştır… En son ağaçlarla ilgili Şah Hatayi’nin bir deyişini bulmuştu bana, makamı ruhundaydı, ne güzeldi, budakları tespih olan ağaç… Şimdi, acaba tespihi elinde midir?
Ya şimdi annesi, baba evini var kılan annesi… İki gün önce, hasta annesini getirmişti… Bakacaktı… Gençliğinde oğlunu hapiste besleyen anne, yanına gidebilecek miydi?
Bütün dünyada Sırrı gibi birileri aranır, bulunur ve ödüllendirilir… Onca fıkra, onca türkü, onca hikâye… Bir keresinde dayısı, (12 Eylül’de) ziyaretine gider… Kabadayı olan dayı sorar: Oğlum söyle bana, düşmanımız kim, niye buradasın? Soygun yapmamıştır, adam öldürmemiştir… Ama içeridedir…
Şimdi bu yazıyı okuyan herkes elini vicdanına koysun, desin, bu adam içerideyse, biz niye dışarıdayız…