Ne Hesabı Verildi, Ne Acısıyla Yüzleşildi
İki patlama sonrası kimi bir bacağı eksilerek canını kurtardı o meydandan, kiminin bedeni sağlamdı ama en yakınlarını sonsuza dek orada bırakmışlardı.
Ankara Gar katliamında sevdiklerini kaybedenler, geçen bir yılı anlattı. Acılar katmerlenmiş, katliamın sorumluları hesap vermemiş, bu büyük yasla yüzleşilememişti
Ağır yaralanan Cafer Altun: Bu protez, bu yaralar benim hafızam artık
Bir ara balkona çıkmıştık, Kolombiya’daki barış görüşmelerinden konuşuyorduk, apartmanın önünden sağ bacağı kopmuş, koltuk değnekleriyle yürüyen bir kadın geçti. Bu nasıl tesadüf. Avcılar’da yaşayan çok sayıdaki Suriyelilerden. Cafer Altun kendisiyle aynı yaşlardaki o genç kadına bakıp “Aslında aynı savaş aldı ikimizin de bacağını” dedi.
25 yaşındaki Cafer, “Doktorlar da inanamıyor yaşamama” diyor. Zaten öldü sanılıp müdahaleden vazgeçilmiş; yaşadığını gören başka bir doktor sayesinde bugün karşımda. Patlama anında bacağı kopmuş, sağ yanı paramparça, üçüncü derece yanıklar, iki ciğer patlamak üzere, kan kaybı, kalbin iki santim altında bilye, yoğun bakımda bir de kalp krizi... “Bunlardan teki ölüm için yeterli. Hayata dönüşümün bir nedeni olmalı, eksik kalan bir mücadele var demek ki” diyor şimdi. Vücudunda 19 bilye kadar, politik görüşüne göre davranan doktorlara öfkesi de duruyor hâlâ. Ankara katliamı üzerinden geçen bir yılda Türkiye’de neler oldu, Cafer’in sağ kalçasındaki bir yara durmaksızın aktı. İki hafta önce geçirdiği bir ameliyat yüzünden protezini şu an takamıyor. Protezin hikâyesi ayrıca mühim. Dokuz ay koltuk değnekleriyle yürüyen Cafer için internet üzerinden bir kampanya açılmış ve bir ay içinde ihtiyacı olan 26 bin dolar toparlanmıştı.Şaşırmış.
Protezini gösterirken bir gurur nişanı gibi tutuyor, “Bir işadamı çıkıp da on bin dolar yatırmadı, hepsi benim gibi emekçi olan insanlar beşer onar dolar verdi benim için” diyor. Hayata tutunmasını sağlayan inadı sayesinde protezi ilk deneyişinde yürümüş bile. Bazen doğuştan engelliymiş gibi düşünüyor kendini, 10 Ekim öncesinden silinen anıları var. Bazen de bir bacağının eksikliğini unuttuğunu anlatıyor.
“Bu protez yaşadıklarımızı asla unutmamamı sağlayacak bir yandan, ne yapmam gerektiğini hatırlayacağım. Bu protez, bu yaralar benim hafızam artık” diyor. Katliamda onun gibi bacağını kaybeden Günay Karakuş ve Gökhan Yaralı’yla irtibatı koparmıyor. “Soruyorlar devlet size ne verdi diye. Beş kuruş katkısı olmadı, komisyon hiç kurulmadı, protezimi sağlamadıkları gibi hep bürokratik engeller çıkardılar. Hiçbirimizin zaten maddi beklentisi olmadı. Bizim beklentimiz sorumluların hesap vermesidir.” İhmali olan kamu görevlilerinin yargılanması talebine takipsizlik kararı verilmiş; davanın bir nebze adalet getireceğine dair umudu yok. Hele tam 10 Ekim’de İstanbul’da yeniden ifadeye çağrılışına hiç anlam veremiyor. “Bilinçli yapıldığını düşünüyorum, denk gelse bile, bu insan niye tekrar travma yaşasın o gün der, değiştirirsin” diyor.
Düşen pankartı kaldırmak
O sabah Gençlik Parkı’nda bir grup arkadaşıyla menemen yiyorlar, neşe içinde. O ekipten Abdülkadir Uyan ve Dicle Deli aramızda değil artık. “Biz oradayken, canlı bombalar da aynı yerde kahvaltı ediyormuş. Düşünün beş dakika sonra hepimizi patlatacak ve karnını doyuruyor.” O güne dair videolar izletiyor, soru sorma cesaretini onun dirayeti veriyor bana. Yoksa bu halay çeken insanlara nasıl bakabilelim? Rüyalarında patlamanın kendisini değilse bile, yüzüstü düşmüş arkadaşlarını görüyormuş hep Cafer’ in inadı... Şimdi bir arkadaşıyla kafe açmış, oraya gidiyor her gün. Profesyonel olarak engelli basketboluyla ilgilenmeye başlamış. Zaten eğitimini almıştı, coğrafya öğretmeni olma arzusu zihninde baki. Ama 10 Ekim sonrası diye de yeni bir mevsim var hayatında muhakkak. “Hayata bakışınız değişiyor her şeyden önce” diye başlıyor, “Ev falan gibi bireysel gelecek kaygıları kalmıyor, hayalleriniz kaybettiğiniz dostlarınızın yarım kalan hayalleri oluyor. Düşen pankartları yerden kaldırmak gerekiyor.” 10 Ekim öncesi seçimde HDP için çalıştıysa da siyasetle bağını bugün katliamda yakınlarını kaybedenlerle yaralı kurtulanlardan müteşekkil 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği üzerinden tarif ediyor artık. “Suruç ve Ankara katliamlarından sonra yaşananlarda, havalimanı patlamasında, Taksim’de, Kızılay’da insanları hep istatistik haline getirdiler. Sultanahmet’te 12 kişi öldü ama isimleri, hikâyeleri yok. Orada olmaları kadermiş gibi. Belki de korkuyorlar, anlıyorum. Biz öyle yapmadık, 50 yıl sonra da yapmayacağız.” Hiç isyan edip etmediğini soruyorum. “Neden ben diye hiç sormuyorum. Hatta başka birinin başına geleceğine bana geldi diye seviniyorum. İçine kapanabilirdi, bu kadar güçlü duramayabilirdi. Ben kendimle barıştım.
Dicle Deli'nin babası Faik Deli: Acımızı paylaşan tek beyan yok
Ankara’da Emek, Barış ve Demokrasi Mitingi’nde hayatını kaybettiğinde 17 yaşında lise öğrencisiydi Dicle Deli. O gün Ankara’da kızından belki 100 metre uzakta olan babası Faik Bey’e ben soru sorarken hep Dicle diyorum, o hep Diclemiz diye cevap veriyor. Çok aklıma takıldı sonra. Diclemiz. Sesinin titremesine engel olarak, samimiyetini esirgemeden, kararlılığını hiç yitirmeden yedi çocuğundan biri olan Dicle’yi anlattığı o gün ağzından çıkan her şeyi aslında “Diclemiz” özetliyordu. Sonradan anladım. Evladını kaybetmiş bir baba, sadece kendi için değil, bu ülke, bu dünya için kıymetini anlatıyordu Diclemiz derken. Kızı hakkında yüreğine soktuğu yerden konuşuyor ama baba kadar yoldaş gibi de sahipleniyordu kızını. Diclemiz hayatta değildi. Hepimiz kaybetmiştik. Aile Siirtli, baba Avcılar Belediyesi’nde çalışıyor, o meydanı kaç kez (çok daha polisli haliyle) arşınlamış bir sendikacı. “Antidemokratik uygulamalara karşı çıkmak aile geleneğidir” diyor Faik Deli, Dicle de hukuk okumak istiyormuş sonra. “Küçücük yaşamına örnek çok şey sığdırmıştı. Bugün ülkeyi yöneten şahsiyetlerin topluma karşı hissedemediklerini hisseden, bu ülkede kan akmasın, haksızlıklar olmasın diyen, özgürlük, barış, demokrasi için elinden geleni yapan biriydi. Gurur duyuyoruz Diclemizle. Demokrasi mücadelesinin bir bedeli olacağını hesaplayan insanlarız ama bu bedel kimsenin canı olmamalı.”
‘Devlet olarak sorumlusun’
Faik Deli, 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği’nin kurucularından, şu anda da yöneticilerinden biri. Bulundukları şehirlerde tehdit edilen ailelerden söz ediyor Faik Bey; yakınlarını kaybetmek yetmemiş sanki. Eksik imza gibi gerekçelerle bu derneğin dahi kapatılma riski altında olduğunu söylüyor, değil ki hesap vermek. “Bir yıl geçmesine rağmen devletin herhangi bir yetkilisinden acımızı, derdimizi paylaşan, bu davanın aydınlatılmasına ilişkin kararlıktan bahseden tek beyan duymadık. Bilakis davayı sıradanlaştırmak, gündemden düşürmek için ellerinden gelen çabayı sarf ediyorlar. Bize can borçlular. Cizre’de, Şırnak’ta cesetlerini sokaktan günlerce alamayanlar, bodrumlarda yakılıp DNA’sı çözülemeyenler var. Toplum katliamlara alıştırılmaya çalışılıyor. Siyasi iktidar tarafından sanki insanın fıtratında varmış gibi davranılıyor. Böylesi ölümleri kabullenmek nasıl bir fıtratta olabilir? Biz hiçbir ölümü kabullenmiyoruz. Katillerin oraya gelmesini engelleyemiyorsan devlet olarak sorumlusun, bu kadar. Olsun istemeyiz, bütün mücadelemiz kimseye bir şey olmasın diyedir ama 15 Temmuz’dan sonraki Demokrasi Nöbetleri’nde, Yenikapı’da mitinglerde neden tek bir şey olmuyor?”
Üzerlerine basılıyor gibi
Siyasallaşmış hukuk sisteminde katliam davasına ilişkin adil bir karar beklemiyor. Yeniden ifade vermek için çağıran tebligatın o sabah elinde olacak şekilde yollanmasını davanın sulandırılması olarak yorumluyor. Garın önündeki anıtın 15 Temmuz gecesi tahrip edilmesi, korumaya gidenlerin tartaklanması kadar onu üzen başka bir şey daha var: “Çocuklarımızın katledildiği yerin trafiğe kapatılması ve hatıralarının korunması talebimiz vardı. Oradan geçen her yaya, her araç çocuklarımızın üzerine basıyor gibi hissediyoruz biz...”
Güney Doğan'ın annesi Derman Doğan: Söyleyin, barışa giden biri öldürülür mü?
Çekmeköy’de hayatının 23 yaşından sonrasını yaşayamamış Güney’in fotoğraflarıyla dolu bir duvara bakıyoruz. Ders notları, albümü. Çok kitap okurmuş, bütün harçlığını kitaba harcarmış, dizi dizi Dostoyevski’ler, Gogol’ler, tekmil klasikler. İnce Memed’de, 10 Ekim’de, Ankara’da kalakalmış. Dersimli Derman Doğan evlenip İstanbul’a gelmiş; oğulları Güney ve bugün 18 yaşındaki Onur’la birlikte büyümüş bir kadın. Fotoğraflarda o kadar güzel gülüyor ki, bunu söyleyince “Bakma ben son bir senede çöktüm bir tanem” diyor. Dibinden çıkan kır saçlarının ucunda kimbilir en son ne zaman yaktığı kına parıldıyor. “Bu bir sene nasıl geçti, bir sene mi geçti anlayamadım” İTÜ İnşaat Mühendisliği’nde okuyan Güney o gün bir arkadaşında kalacağını söylemiş annesine, Ankara’dan bahsetmemiş. “Çocuğu çok sıkmayayım” diyerek ses etmemiş o da.
Sonra gar önünde oğlunu tarif ediyor, “Yüzükoyun yatmış böyle kanatlarını açmış gibi...” Bedeninin organları sırayla hasta düşerken, kafası da o günden beri yerinden uçmuş gibi Derman Hanım’ın. Rüyalarına giren Güney’i anlatıyor, uyumazken de gelip sarılışını. Az evvel geçtiğimiz koridorlarda anne-oğul neşeyle halay çekişlerini. Katliam sonrası aylarca kapandığı evinden, sonra “bir bebeğin emekleyişi gibi” çıkabilmiş ancak. Herhangi bir resmi kurumdan biri aradı mı, tazminat ne haberi yok. Tazminattan önce davanın adaletli bir biçimde sonuçlanmasını istiyor zaten. “20 yıl geçse de, Güney’i anlatmakla bitiremem.
Tertemiz bir yüreği vardı, eve giren sineği öldürtmezdi. Pırıl pırıl bir genç barışa gitti o gün. Güzel bir Türkiye istedi onlar, söyleyin barışa giden biri öldürülür mü? Barışın anlamını bilmeyen, açsın kitaplardan okusun öğrensin. Benim MHP’li komşularım da var, HDP’li de, AKP’li de, hepsi arkasından ağladı Güneyimin. Hiç insan, din, dil, mezhep ayrımı yapmadı o. Tabii ki sol bir düşüncesi vardı ama kimseye kötü gözle bakmaz, solcuyum sağcıları ezeyim, diye düşünmezdi.” İsmi Yılmaz Güney’den Mahallesinde, okulunda çok sevilen bir genç Güney, belli. Bir sürü hikâyesi var Derman Doğan’ın.
Sanki onun bu ölümü hak etmediğini kanıtlarsa geri getirecekmiş gibi durmaksızın anlatıyor. Herkese yardım edişini, mühendis olup çocuk okutmak istediğini, dünyaya dair merakını. “Ne olursa olsun, bu işin sorumluları tek tek cezalandırılacak. Sonuna kadar Güneyimin davasının peşindeyim. Çocuğuma, günahsız bütün insanlara o iki bombayı gönderen, haberi olup engellemeyen her kim olursa olsun bedelini ödeyecek, buna inançlıyım. Devletin sessiz kalma hakkı yok. Ben Güney için ayakta duracağım.
İnanıyorum beyaz güvercinler uçuşacak, beyaz güller dökülecek Türkiye’nin üzerine, barış gelecek. Ben bunu biliyorum.” Derman Doğan’ın yıldönümü için Ankara’ya gitmeye mecali yok, İstanbul’daki anma programlarına katılacak, mezarı başına gidecek Güney’in. Bir ara neden Güney adını seçtiklerini soruyorum. Yılmaz Güney yüzündenmiş. Yılmaz Güney pozu verdiği sünnet fotoğraflarını görüyorum sonra. “Yılmaz Güney’i severdim ama çok da içime sinmezdi bu isim” diyor Derman Doğan, “erken öldü diye içimi kötü ederdi.” Güney’in onun kadar yaşamasına bile izin vermedi bu ülke.
Tayfun Benol'un eşi Gülderen Ertaş, oğlu Deniz Berol: Tanıyana onsuz hayat çok zor
Kadıköy’de anarşist 26/A Kolektifi’nin işlettiği kafedeyiz. Ortada dolaşan simsiyah yaşlı bir kedi: Kara. Duvarlarda Tayfun Benol’un bir bebek ayağını öptüğü fotoğrafına yazılmış anma programı. İki oğlundan biri Deniz, hem bu kafeye, hem Taksim’dekine babasının çaktırmadan yaptığı güzellikleri anlatıyor. Çaktırmadan güzellikler yapmak, hiç göze sokmadan birilerinin hayatını kolaylaştırmak, bu dünyada kimi insanlara mahsus bir meziyet, pahası zor biçilecek bir kıymet, bundan emin olabiliriz. “Onu tanıyan için onsuz hayat çok zor” diyor Gülderen Ertaş. Oğlu Deniz de “Birlikte yaşarken insanların yaptıkları işleri, hayatı nasıl doldurduğunu, neyi fazladan yaptığını anlamıyorsunuz. O gidince günlük hayat gösteriyor hepsini” diyor. Şahsen tanıdığım, sevdiğim birini, ölümünün ardından daha iyi tanıyorum ben de. 1990’dan beri birlikte olduğu insana dair Ertaş’ın anlatacakları ayrı. Siyasetleri aşan insan sevgisini, insana, kediye, bir taşa eşit mesafede yaklaşacak gönül genişliğini, her şeyi tatlı tatlı dalgaya alışını anlatıyor. Boşansalar da yedi-sekiz ay ayrı kalabilmiş, çok gülen, çok dost bir çift. 24 Eylül Benol’un doğum günü, 27 Eylül evlilik yıldönümleri, Ankara katliamının birinci yılına gelmeden çoktan “yere yapışmış”. Böyle diyor. Yere yapıştıran bir yokluk. Kan görmeye dayanamayan bir kadın olay yeri fotoğraflarından, ilk bombada mı ölmüş, ikincisinde mi bunu nasıl çıkardığını anlatıyor. İlkinde ölmüş olmasını diliyor çünkü. Kandan korkan bir kadın, kan diyor, morg diyor, soğuk diyor, sert diyor karşımda.
‘Dink davası gibi’
Lise yıllarından beri solcu, hep sosyalist siyasetin içinde Tayfun Benol. En son Politika gazetesinin yazıişleri müdürü. Eşi Ertaş onun bu eyleme gidişinin gayet normal olduğunu anlatıyor; gitmese garip gibi. Birlikte oradalar. Böyle ayrılık anlarını hayat hep bir filme dönüştürüyor. Ertaş’ı rastladığı arkadaşının yanında bırakıp İnşaat İşçileri Sendikası’nın yanına yürüyor. İlk kez bir eylemde ayrılıyorlar. Sonra patlamalar... Onun hep yaralılara yardım ettiğini düşünüyorlar sessizliğine mana bulmak için. “77’de Taksim’deydim, kaçacak iki yolum vardı, ben doğru tarafa kaçmışım. Diğer tarafa gitseydim ölmüştüm, derdi. İşte burada yanlış tarafa kaçmış” diyor Ertaş. Hiç polis görmeyişlerini, sivil polis bile gözüne çarpmayınca Benol’u arayan bir dostlarını, onun da bunu hissetmiş olabileceğine dair kuşkularını anlatıyor. Öldüğü anda bir işçi kaskı ve sendikanın yeleği var üzerinde. Deniz, “Orada ne için bulunduğunu bilmek öfkemi artırıyor” diyor babası için, “Oh olsun, diyen faşistler var bir de. Hrant Dink öldüğünde beyaz bere takanlar onlar. Yüz yüze böyle bir şey yaşamadım ama internette görüyorum, çok sinirleniyorum.”
Yaşarken Tayfun Benol’un öfkede bir miladı nasıl Tayyip Erdoğan’ın Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmasıysa, Ertaş’ın da böyle bir anı var. “Tayfun’un ölümünü içimde cayır cayır hissettiğim zaman nedir biliyor musunuz, o milli maçta saygı duruşunda bulunanları yuhladıkları an içim yandı” diyor.
Avukat olmasına rağmen eli bir türlü iddianameyi okumaya gitmemiş ama kararlı, sıkı hazırlanıp 7 Kasım’daki ilk duruşmada orada olacak. Beklentisi çok değilse de öyle. Hrant Dink davasına benzetiyor. Kendisinin açacağı ayrıca bir tazminat davası da var. Katiliamın ardından “Aile Bakanlığı’ndan psikolojik destek ister misiniz?” diye sormuşlar. “Tabii ki” demiş ama bir daha arayan olmamış. TMK’den kaynaklı tazminat ihtimali için, bu paraya ihtiyacı olmasına rağmen ailelerin, Roboski aileleri gibi toplu almama kararına uyacağını söylüyor. “Benim üç oğlum var, biri hiç büyümemeye kararlı” dermiş hep. Boşanıp da tekrar bir araya geldiklerinde Benol yeniden evlenme teklif etmiş, “Seninle evleneceğim ama ölmeye yakın. Maaşı Tayyip’e bırakmam, demiştim, gülmüştük. Hastalanıp yaşlanıp öyle öleceğiz, diye düşünüyordum” diyor Ertaş. Bir zaman güldükleri şey şimdi gözlerini buğulandırıyor.
Fatma Karabulut'un kardeşi Salih Karabulut: O gün her şey için milatmış gibi
42 yaşındaki Fatma Karabulut, en çok kayıp verenlerden olan HDP Üsküdar İlçe Örgütü’yle alandaydı. Kardeşi Salih anlattı onu.
-Kan bağının ötesinde yakın olduğunuz birini aniden kaybetmek insanı nasıl yapıyor?
Büyük bir kırılma yaratıyor, her şey için milatmış gibi algılıyorsun bunu. Öncesi ve sonrası var, ikisini birbirine bağlayan düğüm yok. Ablamla yaşlarımız yakın olduğundan onunla birlikte aslında çocukluğuma, ergenliğime dair de çok şeyi kaybetmiş oldum. İnsanın geçmişinden kopması gibi bir duygu, tanımlayamıyorum. Beraberinde daha derin bir kavrayış da getiriyor. Hayatı, insanları, zamanı başka türlü kavramaya başlıyorsun. Her an her şey bitecekmiş ve geride kötü bir iz bırakmamalıymışsın gibi hissediyorsun. Her an birine daha bir şey olacak kaygısı meselenin olumsuz yanı. Bu kaygı çevrendekilere daha korumacı, daha sevecen, eskisine göre daha anlayışlı yaklaşmanı sağlayarak olumlu bir şeye de dönüşüyor.
-Patlama anından bugüne katliamla karşılaşma, yüzleşme, hesaplaşma anlamında nasıl eksiklikler, hatalar oldu?
İlk dakikadan itibaren sistemli ilerleyen hemen hiçbir şey olmadı. Hastane hastane, morg morg yakınlarımızı aradık. İlk gün cenazeleri bulmaktan, teşhis etmekten tutun da, yakınlarımızın eşyalarını almaya kadar en başından beri düzenli bir destek görmedik. Tek hatırladığım Ankara’dan tahsis edilen cenaze aracı ve tam nerden geldiğini bilmediğim bir psikolog, sanırım ablamın kızı için Aile Bakanlığı’ndan yönlendirilmişti. Diğer yandan hâlâ dava dosyasının detaylarını öğrenebilmiş değiliz. Otopsi sonuçları ailelere açıklanmadı. Kimin hangi gerekçeyle bu davada sanık olduğuna dair bile bilgimiz yok. En başından beri bir kriz ve koordinasyon masası oluşturulmalı, aileleri düzenli yönlendirmeliydi. Örneğin 5233’e başvurmanın 60 gün sınırı var, bunu bazı aileler 58. günde öğrendi, bazıları hiç öğrenemedi.
-İşin bir de toplumsal kısmı var. Sivil toplum yüzleşmeyi, bu katliamın kitlesel yasını tutmayı becerebildi mi sizce?
Çok az kurum meseleyi hakkıyla sahiplenip takipçisi oldu. Aylarca kaç kişinin öldüğüne dair net bir liste bile oluşturulamadı. Kimi kaynaklar 103, kimileri 102, kimileri de 104 diyor. Doğru rakam 101. 100 kişi saldırıda, bir kişi de saldırıdan sonra kalp krizi geçirerek yaşamını kaybetti. Yaralıların sayısına, şu anki sağlık durumlarına dair de net rakam ve bilgi yok. Düzenli bir hukuki ve psikolojik destek alamadı kayıp yakınları. Bu konuda gönüllü çalışmak isteyen TİHV gibi kurumlar, 10 Ekim Dayanışması gibi sivil girişimlerle, kayıp yakınları arasında etkin bir koordinasyon kurulamadı. Sadece Ankara Garı değil sonraki saldırılarda da devam etti bu ilgisizlik. Örneğin daha dün havaalanında 45 kişi öldü. Sonrasında bu aileler için ne yapıldı, psikolojik destek aldılar mı, hukuki süreç ne aşamada bilemiyoruz. Sivil toplum takipçisi olmuyor, olamıyor belki, dinamiklerini bilemiyorum. Ancak bu kadar büyük bir olayda bile koordine olunamaması, sivil toplumun varlık nedenleriyle ilgili kendisini sorgulaması gereken bir durum bence.
-En çok neyiyle hatırlatıyor kendini size?
Hayatla ve insanlarla kurduğu pozitif ilişkiyle. Zor bir hayat yaşamış olmasına rağmen, güçlüklerle baş etme yöntemleri, insanlara karşı sevecenliği, bağışlayıcılığı, sorumluluk duygusu çok etkilerdi beni. Onu kaybettikten sonra karşılaştığım güçlüklerin çoğuyla farkında olmadan ondan öğrendiğim yöntemlerle baş etmeye çabaladığımı görüyorum. Sadece insanlarla değil, diğer canlılarla da eşit ilişki kurmaya çalışırdı. O gün orada bulunmasının nedeni de hepimiz için daha yaşanılır bir toplum ve ülke için üzerine düştüğüne inandığı sorumluluğu yerine getirmekti, maalesef bedelini yaşamıyla ödedi bunun.
10 Ekim Dayanışması'nda Hatice Karpuz: İnadına iyi ve güçlü olmaya çalışıyorum
10 Ekim onun için umutlu bir gün olarak başlamış, ama ne olduysa alana biraz geç kalmıştı Hatice Kapusuz. Şu an Sivil Toplum Geliştirme Merkezi’nde yardım masası uzmanı, çeşitli kadın ve çocuk örgütlerinde de çalışıyor. “Benim 10 Ekim’im utanç ve mahcubiyettir biraz. Misafirleri koruyamamanın utancı” diyor. Yaşanan katliam, o günden bugüne uzanan örnek bir kolektif çalışmaya, 10 Ekim Dayanışması’na vesile oluyor sonra. (https://www.onekim.org/tr/) İlk günler hastane, morg, adli tıp, hastaneler arasında. Yaralılara ulaşmaya çalışanlar, listelerde yakınlarını arayanlar, ağıtlar, çığlıklar, koşturan onca insan arasında arabasına bayrak takmış bir adamın kan vermek için bekleyenlerin arasından geçişini unutamıyor. Bir de Sedat Peker’in “oluk oluk kan akacak” cümlesini.
‘Yolu engeller belirledi’
İlk anda büyük bir hengâme, hiçbir şeyin sistemi yok. Birkaç gün içinde sadece 10 Ekim’e, pratik ihtiyaçlarına odaklanan bir sivil yapıya ihtiyaç olduğu ortaya çıkıyor. Kapusuz süreci şöyle anlatıyor: “İlk hafta konuştuğumuz, 10 Ekim kayıplarının ve yaralılarının ihtiyaçlarını, eğitim gören çocukları, psikososyal süreçleri ve hukuki mücadeleyi takip edecek bir vakfın da kurulmasıydı. Şu an bunun gerisindeyiz. Yolumuzu engeller belirledi daha çok. Bilgi eksiklikleri bilgi üretmeyi, hukuki eksiklikler hukuki bilgilendirme yapmayı, tanıklıkları derlemeyi doğurdu. Finansal konular tüzel bir kişilik olarak dernek ihtiyacını ortaya çıkardı. Yakınının katliam anında nerede olduğunu merak eden biri için katliam sonrası görüntüleri defalarca izledik. Garda gerçek bir düzenlenmenin yapılmaması, iyileşmenin aracı olarak anıtlaşma meselesine bakmamıza neden oldu. Bazen sosyal medyadan ulaşanlarla dertleştik, bazen taleplerine cevap vermeye çalıştık. Dünyadaki ve Türkiye’deki diğer katliamlarda devletlerin kriz yönetimlerindeki farklılıklar bizi kriz yönetimi meselesine bakmaya itti. Şu an insan kaynaklı afetlerde kriz yönetimi üzerine çalışıyoruz. Bir sonrakinde daha örgütlü olabilelim diye.”
‘Yoksa çöker kalırdık"
Şu anda 15 Ankara’da, 15 İstanbul’da, 30 kişi aktif olarak 10 Ekim dayanışması için koşturuyor, ama çeşitli biçimlerde yardımcı olan daha geniş bir kitle de var. Benzeri saldırılarda Ankara katliamı tecrübelerinden faydalanmaya çalışmışlar. Sadece sosyal medyadan yaptıkları bilgilendirici mesajlar, birilerinin hayatını kolaylaştırmıştır muhakkak. Çoğu aynı katliamı bizzat yaşamış, sağ kurtulmuş ama çok insanın travmasına, acısına eşlik etmiş kişiler. Onlar nasıl korudu kendilerini? Yaslarını yaşayamaya fırsat bulamadıklarını düşünüyor Kapusuz. “Dayanışma sayfasından kayıplar için #sayıdeğilinsan diye portreleri hazırlarken, en güzel fotoğrafları bulmaya, hayatlarından detaylar sunmaya çalışırken çoğuyla dost oldum. Çoğunun gar önünde nerede düştüğünü biliyorum. Son attıkları tweet’leri, son paylaşımlarını biliyorum. Bu bir yandan acıyı büyüten bir şey, bir yandan da bir görev benim için. Bunu yapmasaydık bir yerlerde çöker kalırdık, devam edemezdik. 10 Ekim bir barış çağrısıydı. Bu yüzden inadımı korumaya, inadına iyi ve güçlü olmaya çalışıyorum.”
HABERE YORUM KAT